28 Eylül 2020 Pazartesi

Tamahın zararı, kanaatin değeri

Oduncunun eşeğinin, has ahırdaki arap atlarının şevketini görünce o devleti dilemesi hikayesi. Bu hikâyeden alınacak ibret ise, Allah’tan bağışlanma ve inayetten başka bir şey istemenin doğru olmadığıdır. Çünkü yüz çeşit zahmet, yarlığanma (bağışlanma) lezzeti gibi olsa o zahmetlerin hepsi de tatlıdır. Fakat denenmeyen devleti istersen o devletin bir de zahmeti vardır, sen onu göremezsin. Nitekim her tuzakta tane görünür ama tuzak görünmez. Sen ise şu bir tek tuzağa tutulmuşsun, o tanelerin hep senin olmasını ister, keşke oraya varsam onların hepsini toplasam dersin. Sanırsın ki o taneler, tuzaksızdır.

Zamanın behrinde bir saka vardı. Onun da bir eşeği vardı. Mihnetten, çileden dolayı çember gibi iki büklüm olmuştu. Sırtında ağır yükten açılmış birçok yara vardı. Ölüm gününe âdeta âşıktı, ölümünü arayıp duruyordu. Arpa nerde? Kuru otu bile bulamıyor, onunla bile karnını doyuramıyordu. Bir yandan sırtında yara vardı, bir yandan da sahibi demir bir şişle onu nodullayıp duruyordu.

İmrahor (ahır sorumlusu) onu görüp acıdı. Eşeğin sahibiyle dostluğu vardı. Ona selâm verdi, bu eşek neden böyle dal gibi iki kat olmuş diye sordu.
Adam: benim yoksulluğumdan, benim taksiratımdan. Bu ağzı dili bağlı mahlûk saman bulamıyor dedi.
İmrahor dedi ki: Sen, birkaç gün onu bana ver de padişahın ahırında kuvvetlensin.

Adam, eşeği o merhametli kişiye verdi. O da onu padişahın ahırına bağladı. Eşek, her yanda tavlı, semiz, güzel ve taze arap atlarını gördü. Bak tı ki, ayak bastıkları yerler süpürülmüş, yıkanmış, saman tam vaktinde geliyordu, arpa da tam vaktinde. Atların tımarını, bakımını da görünce başını göğe kaldırdı da dedi ki: Ey ulu Tanrı! Tutalım eşeğim, senin mahlûkun değil miyim? Neden böyle perişanım, neden sırtım yaralı, neden zayıfım? Geceleri arkamın acısından, karnımın acılığından her an ölümümü istiyorum. Bu atların halleri böyle mükemmel, Peki, neden azap ve belâ, yalnız bana mahsus?

Derken ansızın savaş koptu. Arap atlarına eğerleri vurup savaşa sürdüler. Onlar, düşmandan oklar yediler. Her yanlarına temrenler sapladı. Savaştan geri dönüp hepsi de perişan bir halde ahıra düştüler. Ayakları sağlam iplerle mükemmel bağlandı. Nalbantlar sıra sıra dizildi. Hançerlerle bedenlerini yarıyor, yaralardan temrenleri çıkarıyorlardı.

 Eşek bunları görünce dedi ki: Yarabbi, ben yoksullukla süregeldiğim şu afiyete razıyım.
O gıdadan da bizarım, o çirkin yaradan da. Beni at yaratmadığın için binlerce şükürler olsun.

 Afiyet dileyen, dünyayı terk eder. Bunun için sevgili Peygamber (s.) şöyle buyurmuştur:

Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.”  (Müslim, Zühd 9, Tirmizî, Kıyamet 58)

Buhârî’nin rivayeti şöyledir:

“Sizden biriniz mal ve yaratılış itibariyle kendisinden üstün olan kimseye bakarsa, ardından kendinden daha düşük derecede olana baksın.”  da elindeki nimetlerin kıymetlerini bilsin.

Şeyh Ahmed-i Hıdraveyh’in (k.s.) Hakk’ın ilhamıyla borçlular için helva satın alması

 

   Bir şeyh vardı. Cömertlikle tanınmıştı, o yüzden de daima borçluydu. Zenginlerden on binlerce lira borç alıp yoksullara dağıtmıştı. Bu kadar borca rağmen bir de tekke kurmuş, canını da, malını da, tekkesini de Hak yoluna feda etmişti. Yüce Allah, Halil İbrahim Peygambere nasıl kumu un etmişse onun da borcunu öyleher taraftan öderdi.

Hazreti Peygamber Şöyle buyurmuştu: ““Her Allah’ın günü iki melek iner. Bunlardan biri:

- Allah’ım! Malını verene yenisini ver! diye dua eder. Diğeri de:

- Allahım! Cimrilik edenin malını yok et! diye beddua eder.”  (Buhârî, Zekât 27; Müslim, Zekât 57)

  Borçlu Şeyh, yıllarca bu işte bulundu, vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, halka vermekteydi.  

 Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetlerini görünce, borçlular etrafına toplandı. Şeyh, mum gibi kendi kendine eriyip gidiyordu.

Alacaklıların ümidi kesilmişti. Suratları ekşidi,dertlerine dert katıldı.
 Şeyh:”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! Rabbimin dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi. Bu sırada dışarıdan bir çocuk, birkaç para kazanmak ümidiyle “Helvaa” diye bağırdı. Şeyh, hizmetçiye, “Git helvanın hepsini al da gel. Borçlular yesinler de bir müddetçik olsun bana acı, acı bakmasınlar” diye başıyla işaret etti.

Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere hemen dışarı çıktı. Helvacıya ,”Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu. Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi. Hizmetçi, “Yoo, Sofilerden çok isteme. Sana yarım dinar veriyorum, artık söylenme!” dedi. Helvayı alıp bir tabağa koydurdu ve tabağı getirip Şeyh Efendinin önüne koydu. Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak! Borçlulara:

—Buyurun, şu mübarek helvayı helâlinden bir güzelce yiyin, diye işaret etti. Helvayı yediler. Tabak boşalınca, çocuk tabağını aldı ve:

—Ey kâmil kişi, paramı ver dedi. Şeyh:

—Parayı nerden bulayım? Ben borçlu bir adamım, aynı zamanda ölüyorum, dedi. Çocuk üzüntüsünden tabağı yere vurdu, feryat ve figana başladı. Üzüntüsünden yüksek sesle ağlamaya başladı. “Keşke iki ayağım da kırılaydı, Keşke külhan’a gideydim de tekkenin kapısından geçmez olaydım” diyordu. 

Çocuğun feryadından birçok kişi başına toplandı. Çocuk:

—Ey kötü Şeyh, beni ustam muhakkak öldürür. Eğer yanına eli boş gidersem beni keser, buna razı mısın, diyordu. Alacaklılar da inkâra düşüp Şeyh’den yüz çevirerek:

—Bu ne oyun ki? Bizim malımızı yedin, borçlu gidiyorsun. Böyle olduğu halde neden başka bir zulümde daha bulundun?, diyorlardı.  

Çocuk ikindi namazı vaktine kadar ağladı. Şeyh’e gelince o, gözlerini yummuş, ona hiç bakmıyordu. Bu cefaya, bu aykırı işe aldırış etmemekteydi. Ay gibi yüzünü yorganın içine çekmişti.
 Ezelle hoş, ecelle sevinçli. Havas ve avamın kınamasından, dedikodusundan el ayak çekmişti!

   Çocuğun parası, orada bulunanlara eşit oranda taksim edilseydi herkese birkaç akçe düşerdi, çocuk da parasını alırdı. Fakat Şeyh’in himmeti bu cömertliğe de engel oldu. Bu suretle kimse çocuğa bir şey veremedi. 

İkindi vakti oldu. Hizmetçi, Hatem gibi cömert birisinin verdiği bir tabak altını getirdi.
Mal sahibi zengin bir kişi, Şeyh’in halini biliyordu, ona hediye göndermişti. Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar vardı, bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar.

Hizmetçi gelip Şeyh’i ağırladı, o misli bulunmaz Şeyh’in önüne o tabağı koydu. Tabağın üstünden örtü kaldırılınca halk Şeyh’in kerametini gördü.

   Hepsinden de feryat yükseldi: “ Ey şeyhlerin de başı, şahların da. Bu nedir? Bu ne sır, bu ne sultanlık? Ey sır sahiplerinin efendisi! Biz bilemedik, affet; saçma sapan, uluorta hayli söylendik durduk, demeye başladılar.

   Şeyh “Bütün o sözleri size helâl ettim. Bunun sırrı şuydu. Ben Rabbimden bunu diledim, O da bana doğru yolu gösterdi.
   O dinar gerçi az bir paraydı. Fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helva satan çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi coşmazdı” dedi.

Yorum: Bu kıssada anlatılan çocuk sensin. Şunu iyice bil ki muradına erişmen de, cenneti elde etmen de ağlamana bağlı. O mertebeyi elde etmek istersen cesedindeki göz çocuğunu ağlat! (Mesneviden: 2. Cilt 375 nolu beyit ve devamı)

Süleyman Çelebi merhum şöyle der:

Her kim bunda bir damla yaş indire, gözü yaşı cehennemi söndüre.

Hazreti Peygamber (s.) de hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

“İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah’ın azametini büyüklüğünü düşünerek ağlayan göz; Allah yolunda geceleri uyanık kalan göz”(Tirmizi Fezailü’l-cihad/12)

Allah katında hiçbir şey, iki damla ve iki izden daha sevimli değildir: Allah korkusuyla akıtılan gözyaşı damlası ve Allah yolunda dökülen kan damlası. (Tirmizi Fezailü’l-cihad/26)

26 Eylül 2020 Cumartesi

Kutadgu Bilig’den seçme sözler:

Bu kitabın yazarı Yûsuf Has Hâcib şair Balasagun’da dünyaya gelmiş, bilimi, erdemi, zühd ve takvâsı ile temayüz etmiş, eseri “Kutadgu Bilig” (kutsal bilgiler)i bir buçuk yılda Balasagun’da yazıp (1069) yılında Karahanlılar’ın hakanı Süleyman Arslan Hakan oğlu Tavgaç Uluğ Buğra Han’a sunmuştur.

Bu kitaptan seçme özlü sözleri okurlarımın dikkatine sunuyorum:

İki’nin varlığı birin varlığına şahittir. Bir olmasaydı iki olmazdı. Bir’den önce sayı yoktur.

Sözünü iyi yönelt, başını kırdırmasın; Dilini iyi gözet, dişini kırdırmasın.

Sözü kısa olanın ömrü uzun olur.

Her doğan ölümlüdür. Ancak âlimin bir sözü ölümsüz bir eser olarak kalabilir.

Yanılmak insanla beraber insan için yaratıldı. Bana yanılmaz bir insan gösterebilir misin? İlk yanılma Hazreti Adem’den başlar.

Aklın güzelliği dil ile, Dilin güzelliği söz ile, Kişinin güzelliği yüz ile, yüzün güzelliği de göz iledir.

Dört şeyi küçümseme! Yangın, düşman, hastalık, bilgi.

Güzel koku ile bilgi birbirine benzerler. İnsan bunları gizli tutamaz. Güzel kokuyu kokusu, bilgiyi de dil açığa vurur.

Mutluluk geyik gibidir. Eline geçerse sıkı tut; kaçarsa bir daha sana zor sıra gelir. Onun ipi, tedbirli olmak, çirkin işlerden uzak durmak, özünü temiz tutmak ve doğru yoldan gitmektir.

Kişiye mutluluk geldiğinde adı dünyaya yayılır. Dolunay gibi büyür ve parlar. Bu ikbal (mutlu durum) dönektir. Buna gönlünü bağlama. Dolunayın gittiği gibi ikbal de gider. Ay sürekli yer değiştirir. Sürekli yer değiştiren –ne yaparsa yapsın- yersiz yurtsuz kalır.

İnsan çoktur ama insanlık azdır.  İnsan az değil, doğruluk azdır.

İyi işler yokuş tırmanmak gibidir. Kötü işler ise iniş inmek gibidir. Kolay elde edilir. Çünkü iyilikte yapmak vardır. Kötülükte yıkmak vardır. Dolayısıyla, yapmak zor, yıkmak kolaydır.

Kötü yılan kötü arkadaştan iyidir. Zira kötü yılan sadece canını alır, kötü arkadaş ise insanı ebedi cehenneme sürükler.

Cimri kendi malını kendinden esirger. Söyle! Onu başkalarına nasıl versin?

Diline sahip olanlar huzur bulmuşlardır. Kara başın düşmanı kırmızı dildir. O, nice başlar yedi. Daha da yemektedir. Başını korumak istersen diline sahip ol. Dilin her gün başını tehdit etmektedir.

Çok konuşmakla alim olunmaz; çok dinlemekle alim baş köşeye geçebilir.

Hiç konuşmayana dilsiz, çok konuşana da geveze derler. İnsanın en değersizi geveze, en değerlisi ise cömert olanıdır.

Baba çocuğunu daha küçük yaşta iken tamamen serbest bırakırsa, kusuru çocukta değil babasında aramalıdır. Çocukların hareketleri, davranışları kötü ise, bunun sebebi babalarıdır.

Başkasının emeğini takdir etmeyen kişi tam anlamıyla bir öküzdür.

Cömert insan övülmeye, cimri insan ise sövülmeye layıktır.

Allah bir yöneticiyi başarılı kılmak dilerse ona ehil ve dürüst yardımcılar verir. Eğer başarısızlığa uğratmak isterse ona bilgisiz ve kötü yardımcılar verir. Çünkü bilgisizler yönetimi ele geçirirlerse yönetici odun gibi yanar, bütün işleri bozulur gider.

Acelecilik herkese zarar verir. O, içten gelen bir korkunun eseridir. Acelecilik, gevezelik ve hiddet, bilgisizlik, cahillik belirtileridir. Acele yapılan işler acılı olur. Her işte sükûneti, fakat ibadette acele derecesinde çabukluğu tercih et.

Yönetici, cesur, kahraman ve atılgan olmalıdır. Askerin cesaret alması için kumandanın kahraman ve cesur olması gerekir. Korkakların başına cesur bir adam geçince hepsi ondan cesaret alarak hareket eder. Aslan köpeklere baş olursa, köpekler aslan kesilir. Köpek aslanlara baş olursa aslanlar köpek gibi yaltak olur.   

Sevgili canım için güvenilir birini aradım; Kendimden daha emin kimseyi bulamadım.

Bu dünyayı arzulayan para dağıtmalı; Ahireti isteyen de yine para dağıtmalı.

Başkanın zenginliğine ne gerek var! Halkın tok olması başkan için yeterli zenginlik değil midir?

Bu dünyanın tek bir adeti vardır; Cimriye söverler, cömerdi överler.

İyinin hür olabilmesi için kötünün tutsak (esir) olması gerekir.

Dünya bir ejderha gibidir. İnsanı besler, semirtir. Sonunda onun etini kendisi yer.

Önceleri camiler az, cemaati çok idi. Şimdi ise camiler çoğaldı, cemaati azaldı!.

24 Eylül 2020 Perşembe

Efendimizin ilk Cuma hutbesi

21 Eylül 622 Hazreti Peygamber (s.) Kuba’ya vardı. İlk mescidi orada yaptı. Sonra Medine’ye giderken Ranuna’da ilk Cuma namazını kıldırdı. İşte hutbeleri:

‏ يَا أَيُّهَا النَّاسُ تُوبُوا إِلَى اللَّهِ قَبْلَ أَنْ تَمُوتُوا وَبَادِرُوا بِالأَعْمَالِ الصَّالِحَةِ قَبْلَ أَنْ تُشْغَلُوا وَصِلُوا الَّذِي بَيْنَكُمْ وَبَيْنَ رَبِّكُمْ بِكَثْرَةِ ذِكْرِكُمْ لَهُ وَكَثْرَةِ الصَّدَقَةِ فِي السِّرِّ وَالْعَلاَنِيَةِ تُرْزَقُوا وَتُنْصَرُوا وَتُجْبَرُوا وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ قَدِ افْتَرَضَ عَلَيْكُمُ الْجُمُعَةَ فِي مَقَامِي هَذَا فِي يَوْمِي هَذَا فِي شَهْرِي هَذَا مِنْ عَامِي هَذَا إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ فَمَنْ تَرَكَهَا فِي حَيَاتِي أَوْ بَعْدِي وَلَهُ إِمَامٌ عَادِلٌ أَوْ جَائِرٌ اسْتِخْفَافًا بِهَا أَوْ جُحُودًا بِهَا فَلاَ جَمَعَ اللَّهُ لَهُ شَمْلَهُ وَلاَ بَارَكَ لَهُ فِي أَمْرِهِ فَمَنْ تَابَ تَابَ اللَّهُ عليه              

Ey insanlar!

Ölmeden önce tevbe edin; fırsat elde iken sâlih ameller işlemeye bakın! Gizli-açık bolca sadaka vermek ve Allâh’ı çok çok zikretmekle Rabbinizle aranızı düzeltin! Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görür ve kaçırmış olduğunuz şeyleri elde edersiniz.

Biliniz ki Allâh, bu yılınızın bu ayında, bu yerde bu günde, size kıyamete kadar «Cuma na­mazı»nı farz kılmıştır. Âdil olsun-olmasın, başında bir imam varken benim sağlığımda veya benden sonra her kim hafife alarak veya inkâr ederek bu namazı bırakırsa, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin! Ve Allâh, onun işlerini başarıya ulaştırmasın. Ancak kim tevbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder.” (İbn-i Mâce, İkâme, 78)

İkinci hutbe

أَيُّهَا النَّاسُ، فَقَدِّمُوا لِأَنْفُسِكُمْ. تَعَلَّمُنَّ وَاَللَّهِ لَيُصْعَقَنَّ أَحَدُكُمْ، ثُمَّ لَيَدَعَنَّ غَنَمَهُ لَيْسَ لَهَا رَاعٍ، ثُمَّ لَيَقُولَنَّ لَهُ رَبُّهُ، وَلَيْسَ لَهُ تَرْجُمَانٌ وَلا حَاجِبٌ يَحْجُبُهُ دُونَهُ: أَلَمْ يَأْتِكَ رَسُولِي فَبَلَّغَكَ، وَآتَيْتُكَ مَالًا وَأَفْضَلْتُ عَلَيْكَ؟ فَمَا قَدَّمْتَ لِنَفْسِكَ؟ فَلَيَنْظُرَنَّ يَمِينًا وَشِمَالًا فَلا يَرَى شَيْئًا، ثُمَّ لَيَنْظُرَنَّ قُدَّامَهُ فَلا يَرَى غَيْرَ جَهَنَّمَ. فَمَنْ اسْتَطَاعَ أَنْ يَقِيَ وَجْهَهُ مِنْ النَّارِ وَلَوْ بِشِقٍّ مِنْ تَمْرَةٍ فَلْيَفْعَلْ، وَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَبِكَلِمَةٍ طَيِّبَةٍ، فَإِنَّ بِهَا تُجْزَى الْحَسَنَةُ عَشْرَ أَمْثَالِهَا، إلَى سَبْعِ ماِئَةِ ضَعْفٍ، وَالسَّلامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ“.

 “Ey insanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için hazırlık yapınız! Muhakkak her biriniz ölecek ve sürü­sünü çobansız bırakacaktır. Sonra Allâh, ona tercümansız ve vâsıtasız olarak diyecek ki: «Benim Rasûlüm gelip de size emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal-mülk verdim, pek çok iyiliklerde, ihsanlarda bulundum; sen kendin için ne getirdin?»

Bu suâl ile karşılaşan herkes, sağa-sola bakacak bir şey göremeyecek, önüne baktığı zaman cehennemi görecek...

O hâlde uyanınız! Kim yarım hurma ile dahî ateşten korun­maya muktedirse, onu yapsın! Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa, bâri tatlı bir söz söy­leyerek iyilik etmeye çalışsın! Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.

Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun!”  (İbn-i Hişâm, I, 118-119, Beyhakî, Delâil, II, 524)

 

21 Eylül 2020 Pazartesi

Safvan b. Muattal ile Hassan b. Sabit’in duruşması

Safvan, Hz. Peygamber (s.)in çok sevdiği, “Onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmem” dediği, ifk hadisesinde arkadan gelerek Hz. Aişe’yi devesine bindirip getiren sahabîdir. 

Hassan b. Sabit ise Hz. Peygamber (s.)in çok sevdiği şairidir. Onun hakkında da bir çok övgüleri vardır. 

Hassan b. Sabit de sahabî olmakla beraber bir insandır ve herkes gibi onun da hata yapması mümkündür. 

Bu cümleden olarak, ifk olayında güya Hz. Aişe’yi savunma sadedinde, Safvan b. Muattal’ı yermiş, Safvan aleyhinde iftirada bulunmuş ve şiiri ile: “Şuradan buradan toplanan yabancılar, şevket ve kuvvet kazandılar ve çoğaldılar” diyerek tarizde bulunmuştu. Bunun üzerine Safvan, Hassan’ın yanına gitmiş, kılıçla onu yaralamış ve bir gözünü kör etmişti. 

Hassan durumu Hz. Peygamber (s.)e arz etmiş, o da Safvan’ı çağırmış ve ikisinin de ifadelerini aldıktan sonra, önce söylediği şiirden dolayı Hassan’ı kınamış, azarlamış; sonra da bu durumu Peygamber (s.)e arz etmeden kendisi cezalandırmaya kalktığı ve suçun sabit olduğu için Safvan’ın tutuklanmasını, şayet Hassan bu yaradan dolayı ölürse, ona kısas uygulanacağını emretmişti. 

Sa’d b. Ubade araya girerek, Hassan b. Sabiti ve akrabalarını ikna ederek davadan vazgeçmelerini sağladı. Durum Hz. Peygamber (s.)e bildirilince Safvan serbest bırakıldı. Bu durumdan memnun olan Hz. Peygamber (s.) davadan vazgeçtiği için, Beyruhadaki evini Hassan’a bağışladı. Ayrıca Mısır meliki Mukavkıs’tan kendisine hediye edilen iki kardeş cariyenin birisi olan Sîrîn’i verdi. Sa’d bin Ubade de Hassan’a bir bahçe bağışladı. (Hz. Muhammed ve evrensel mesajı S/303 DİB yayını)

Mevlana’dan: Palavracı adamın akıbeti

Şu yalan dünyada bir iş yapmadan, sadece yalan ve palavra ile geçinen insanlar maalesef pek çoktur. 

Bu palavracılardan biri kendisini öyle çok övüyormuş ki onu dinleyenler bütün önemli işleri yapanın kendisi olduğuna inanırlarmış. 

Bir gün yine etrafına kalabalığı toplamış: 

-Evet baylar, isterseniz bir uyuz eşek getirin bana. Onu bile eğitip adam edeyim. Okumayı bile öğretirim ona. Sonrada huzurunuzda nutuk çeksin. 

Bu sözler kralın kulağına gitmiş. Adamı sarayına çağırmış: 

-Ahırımda cins bir eşek var, demiş. Şunu bir güzel okut, konuşmayı öğret. Gelsin huzurumda nutuk çeksin. 

Bizim palavracı: 

-Baş üstüne. Siz isterseniz neler olmaz ki, ancak para gerekli. Önce çok güzel beslemek, fındık, fıstık, üzüm yedirmek gerek. Tam on yıl sonra istediğiniz gibi olmazsa beni asın, demiş. 

Saraydaki görevlilerden biri palavracıya yaklaşmış, gizlice kulağına demiş ki: 

-Tam darağacına yakışacak adamsın. Seni asılırken görmeye geleceğim. 0 zaman da palavra atmaya devam edersin. 

Adam bu söze gülmüş ve şöyle demiş: 

-On yılda ya kral ölür, ya eşek ya da ben. Sen ise hava alırsın, arkadaş. 

Başkalarının yalanlarına kanmayıp gerçekleri görerek, aklımızla ve bilgilerimiz ışığında karar vermemiz daha uygun olur. (alıntı)

14 Eylül 2020 Pazartesi

Mevlana’dan: PADİŞAHIN DOĞANI

Alim ile cahilin farkı Kur’an-ı Kerim’de: “"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”(Zümer/9) buyurulur. Başka bir ayette: “Cehennemliklerle cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” Buyurulur. (Haşr/20) Bunu için atalarımız: “Bilgili düşman, bilgisiz dosttan iyidir” demişlerdir. Hazreti Mevlana mesnevisinde bu konuyu şöyle bir hikâye ile süslüyor: Evvel zaman içinde bir padişahın bir doğanı vardı. Avını yakalar getirirdi. Padişah da onu çok severdi. Bir gün doğan kaçıp, çocuklarına yemek pişiren yaşlı bir kadının kulübesine girdi. İnsana alışkın olduğu için kaçıp gitmedi. Kadın doğanı tutup kaçmaması için bağladı. Baktı ki doğan’ın tırnakları upuzun!. ‒ Vah, dedi. Sana iyi bakmamışlar. Gel anneciğine de sana bir güzel bakım yapsın. Sahibin sana iyi bakmadığı için tırnakların uzayıp tüylerin çoğalmış, diyerek doğanın kanatlarını kısaltıp tırnaklarını kesti. Yaşlı kadın, tırnaksız ve kanatsız doğanın işe yaramayacağını bilmiyordu. -Haydi artık rahatça gezebilirsin, diyerek doğanı dışarı bıraktı. Kanatları kesilmiş olduğu için uçamadı, tırnakları kesildiği için ayaklarını üstünde de duramadı ve yanının üstüne yattı. Tam bu anda padişah ve adamları doğanı tırnakları kesilmiş, kanatları kısaltılmış hâlde buldular. Padişah doğanı böyle görünce çok üzüldü de şöyle demekten kendini alamadı: ‒ Vefasızlık ederek bilgili padişahtan kaçıp da cahil kadının yanına kaçanın cezası budur. Doğan ise padişahtan kaçtığına pişman olduğunu göstermek için kanadını ve gagasını padişahın koluna sürüyor, bu hareketiyle sanki özür dileyip şöyle diyordu: ‒ Bir daha benim değerimi bilenleri terk etmeyeceğim! İşte bilgili ile cahil arasındaki fark budur. Cahil, iyilik yapayım derken, kötülük yapar.

13 Eylül 2020 Pazar

Mesnevi’den: Dervişin, eşeğini bakıcıya teslim etmesi ve ibretler

Bir derviş sofi bir hana misafir olmuştu. Kendisine yemek ikram ettiler. Yemeği yedikten sonra eşeği aklına geldi. Hizmetçiye:

-                  Ahıra git, hayvana saman ve arpa ver ”dedi. Hizmetçi:

-                  Lâhavle... Bu ne fazla söz! Eskiden beri bu işler benim işim.” Sofi:

-                  Önce arpayı ısla. Çünkü eşek yaşlıdır,dişleri sağlam değil” dedi.

-                  Lâhavle. Ey ulu, bunu niye söylüyorsun? Bu hizmet usulünü, hep benden öğrenirler.

-                  Önce semerini indir, sırtına da ilâç koy.

-                  Lâhavle. Ey hakîm kişi, benim senin gibi yüz binlerce konuğum geldi; Hepsi de yanımızdan razı olup gittiler.Konuk bizim canımızdır,bizdendir.

-                  Suyunu ver ama ılık olsun.

-                  Lâhavle. Artık beni utandırıyorsun.

-                  Arpaya az saman karıştır.

-                  Lâhavle. Bu sözü kısa kes artık.

-                  Yerini süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz kuru toprak serp.

-                  Lâhavle. A babam, lâhavle de! Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle!.

-                  Eşeğin sırtını tımar et.

-                  Lâhavle. Baba, artık utan.! Bunu deyip eteğini sıkıca beline doladı. İşte gidiyorum, önce arpa, saman getireyim, dedi ve gitti.  Gitti ama aklına ne ahır geldi, ne de eşek! Yalnızca sofiyi aldattı. Birkaç ipsiz arkadaşının yanına gitti, Sofinin sözlerine gülmeye, onunla alay etmeye koyuldu.

Sofi uzun zaman yolculukta bulunduğundan gözlerini yumup daldı, rüya görmeye başladı: Eşeğine bir kurt sataşmıştı. Kurt, sırtından, oyluğundan onu paralıyordu. Uyanıp “Lâhavle çekti. Bu ne biçim saçma rüya, Acaba o şefkatli hizmetçi nerede ki?” dedi.

Yine daldı. Bu sefer eşeğini yolda giderken gâh, bir kuyuya, gâh bir çukura düşüyor gördü. Türlü, türlü kötü rüyalar görüyordu. Rüyasında bazen Fatiha suresini, bazen Karia suresini okuyordu.

Ne çare? Dostlar kalkıp gittiler. Bütün kapıları da kapadılar” dedi.

Yine “O Hizmetçi, bizimle tuz ekmek yemedi mi ki ? Ben ona lütuftan başka ne yaptım, yumuşak sözlerden başka ne söyledim? Aksine o bana neden kinlendi ki? diye söylendi.

Her düşmanlığın bir sebepi olur. Ama Hazreti Adem İblis’e ne yaptı ki ona düşman oldu, diye düşündü.

İnsan; yılana, akrebe ne yaptı ki onlar, daima insanı sokmak öldürmek isterler!

Sonra yine : Böyle kötü zanna düşmek hatadır.. Niye kardeşim hakkında böyle bir zanda bulunuyorum ki, diye söylendi.

Sofi vesvese içindeydi. Eşeğe gelince öyle bir haldeydi ki düşmanların cezası da, dilerim böyle olsun!

Zavallı eşek; taş toprak içinde, semeri tersine dönmüş, kuskunu kopmuştu.

Yol yürümekten ölmüş, bütün gece yemsiz kalmış, kâh can çekişmekte, kâh ölüm haline gelmekteydi. Bütün gece hâl diliyle “Yarabbi! Arpadan vazgeçtim, bir avuç saman olsa da razıyım. Ey şeyhler,bir merhamet edin,bu ham ve edepsiz hizmetçinin elinden yandım” diyordu.

O eşeğin çektiği eziyeti duyduğu azabı ancak karada uçan kuş, sele kapılırsa çeker duyar!

Nihayet biçare eşek, açlıktan sabaha kadar  yan üstü yattı. Sabah  olunca, hizmetçi gelip hemen semerini düzeltti, sırtına vurdu. Eşekçiler gibi birkaç sopa indirdi. O köpek hizmetçiden ne umulursa eşeğe onu yaptı.

Eşek dayağın, şiddetinden sıçradı, kalktı. Dili yok ki halini söylesin!

Sofi, merkebe binip yola düzülünce merkep, her an yüzüstü düşmeye başladı. Halk, merkep düştükçe onu kaldırmaya koyuldu. Herkes onu hasta sanıyordu. Birisi kulağını burmakta,öbürü yara var mı diye damağını yoklamakta, diğeri nalında taş aramakta, bir diğeri de gözünü puslu görmekteydi.

Sofiye “ Ey Şeyh, bu ne hal? Dün, şükür olsun, bu eşek kuvvetlidir demiyor muydun?” dediler.

Sofi: “Geceleyin ‘Lâhavle’ yiyen eşek, ancak böyle gider. Merkebin azığı geceleyin ‘Lâhavle’ olur, Geceleyin tespih çeker durursa gündüzün de böyle secde eder, dedi.

İbretler:

İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine, tatlı konuşmalarına pek emin olma! Pek çoğunun gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lâfına pek kulak asma! Şeytan’ın ağzından çıkan “Lâhavle”ye kanan kişi, savaşta o eşek gibi tepesi üstüne düşer.

Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa,

 O eşek gibi arıklıktan ve sersemlikten İslâm yolunda, Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak aşağı düşer.

Kötü dostun işvelerine, cilvelerine aldanma! Yeryüzünde sana kurulan tuzağı gör, emniyetle yürüme. Dost görüne görüne, düşman sürüne sürüne gelir, dikkat et.

Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana “Ey can, ey sevgili” diye hitap eder, bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline!

Aslanlar gibi avını kendin avla. Yabancının yaltaklanmasını da terk et, akrabanın yaltaklanmasını da!

Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesiz, gariban olmak,  adam olmayan kişilerin yaltaklanmasından iyidir.

(Mesnevi c.2/ 200 no’lu beyit ve devamı)