29 Mart 2020 Pazar

BOĞAZ DERDİ BOĞAZI KESTİRİR



Gönlünü Hakk'a bağlamış dervişin biri insanlardan uzakta dağlarda yaşıyordu. Yalnızlık ona yâr olmuştu. O dervişin yaşadığı dağda bol bol dağ armudu ve alıç vardı. Derviş hiç bir canlıyı incitmediği gibi gönlünce dalından da bir meyveyi koparmamağa ahdetmişti. Ancak dökülenlerden yiyordu. Sözünde, hele hele ahdinde durmayanları Allah'ın sevmediğini biliyordu. Peygamber Efendimiz: Kalb çöle düşmüş bir tüye benzer şiddetli esintilerin tesirinden kurtulamaz, buyurdu. Derviş acıkmıştı. Fakat hava çok sakin ve rüzgârsız olduğu için armutların dibine hiç armut düşmemişti. Açlıktan dalların ucundaki armutlar bal topuna dönmüştü. Rüzgâr esip düşmeyince açlık, tahammülsüzlük ve kazâ’nın çekiciliği ile ahdini bozdu. Hakk'a verdiği sözü tutamayıp zıplayıp yakaladığı bir dalın üstündeki armutları toplayıp yedi. Dalgın dalgın patika bir yolda giderken dağ yolunda bir çoban çeşmesi başında, çaldıkları para ve eşyaları paylaşan bir kaç soyguncuya rastladı. Hırsızlar on kadar vardı. Büyük bir vurgundan döndükleri belliydi. Çaldıkları malı sevinçten dört açılmış gözlerle üleşiyorlardı. Yalnız haberleri olmayan bir şey vardı. İçlerinden boşboğaz biri büyük yağmayı bir dostuna söylemişti. Asayiş ekiplerinin aramalarına yardımcı olmuştu. Çalıntı malları paylaşma sarhoşluğu bitmeden zabitler hepsini kıstırıp yakaladılar. Kırdıkları testi kırkı geçen bu hırsız çetesi hemen cezalandırıldı. Yol kesen, soygun yapan ve adam öldüren eşkıyanın cezası çapraz kesmekti. Hepsinin sol ayakları ile sağ elleri kesildi. Feryat ve figandan kıyametler koptu. Dalından meyve koparmamak için Allah'a ahdettiği halde acıkınca sözünü unutan derviş de onlara katılmıştı. Zabitler hırsızlarla beraber onu da götürdü. Yanlışlığı anlatmağa çalışmışsa da inandıramadı. Dervişin elini kestiler. Sol ayağını da kesecekleri vakit boz atlı bir süvari yetişip cellâda ve yanındakilere: - Be adamlar, bu derviş gönlünü Hakk'a vermiş biridir. Onun elini niçin bileğinden ayırdınız? Diye bağırdı. Cellât ve zabitlerin amiri üzüntüden perişan yakasını yırtarak: - Allah şahidimiz bilemedik, dedikten sonra dervişe: - Ey Kerem sahibi, cennet dostu, yaptıklarımızdan dolayı bizleri bağışla. Hakkını helal et! Dedi. Derviş: -Ben bu cezanın sebebi ile kendi günahımı biliyorum. Ben Allah'a ettiğim yemini tutmadım. Sözümde durmadım onun yüce adaleti benim yeminimi sağ elimi kestirdi. Ahdinden ve sözünden dönmenin kötülüğünü bilerek tutmamanın uğursuzluğu elime geldi. Ey zabit elimiz, ayağımız, içimiz, dışımız Allah'ın hükmüne fedâ olsun, dedi. Halimi bilen, elimin kesilmesine ferman verendir. Onunla uğraşmak kimin haddine? Dedi.
Tane toplamak için uçan kuşlardan çoğunu boğaz derdi tuzağa düşürüp boğazını kestirir. Deniz veya nehirlerde insanlardan uzaktaki nice balıkları boğaz hırsı oltaya düşürmüştür.
Dervişin eli kesildikten sonra halk ona eli kesik şeyh unvanını verdi. Hak yolunda halka güzelliklerde örnek olmaya devam etti. Kamıştan yapılmış derme çatma kulübesinde vakit geçiriyor, ördüğü sepetleri satarak geçiniyordu. Bir gün ziyaretine gelen biri kulübenin kapısını iteleyip aniden içeri girdi. Şeyh iki eliyle sepet örüyordu. Şeyh ona hiç âdeti olmayan bir öfke ile: - Be kardeşim niçin kapımı çalmadan, izin istemeden içeri girdin? Diye sordu. Durumunu anlamalarını istemiyordu. Ziyaretçi: - Size sevgi ve özlemimden, dedi. Şeyh yumuşayarak: - Öyleyse buyur, ama bu gördüğünü ben ölünceye kadar dosta, düşmana, kimseye söyleme, bu sırrı sakla, dedi. Ondan sonra da Şeyhi penceresinden iki eli ile zembil (sepet) örerken görenler oldu. Şeyh, Cenab-ı Hakk'a yalvararak: -Ey Rabbim her şeyin kıymetini sen bilirsin. Bu sırrı ben gizliyorum, sen meydana çıkarıyorsun, deyince gönlüne şu ilham geldi: “Seni ve sana halkın gösterdiği sevgiyi çekemeyenler elin kesilince, Allah onu insanlara rezil etti.” Demeğe başladılar. Seni seven ve Hakk için söylediklerini dinleyenleri mahcup etmemek, kalplerine şüphe düşürmemek için keramet olarak bir el verdim. Seni çekemeyen düşmanlarını susturup rezil etmek için de sen gizledikçe meydana çıkardım. Bu kurtuluş kandilini o kötü düşünceliler için yandırdım. Belki görür de kötülüklerden kurtulurlar.
. (Şerh-i Mesnevi, c.10,s.434-445) (Yaşar Çalışkan, Kızıl Postun Eşiğinde Hz. Mevlânâ'dan Seçme Hikâyeler, Nüve Yayınları, Konya, 2008)
OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ 

27 Mart 2020 Cuma

Rüyada sumak hadisesi



Bu günlerde medyada bir haber dolaşıyor: Şırnak’ın Cizre ilçesinde yaşayan bir kadın bu Recep ayında iki defa peygamber efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V)’i rüyasında görmüş. Rüyasını bizzat imama anlatan hanımefendinin rüyaları şu şekilde:
Birinci rüyasını Recep ayının bir Cuma akşamı, Regaip kandilinde gördü. Rüyada peygamber efendimiz Hz. Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellem Cûdi Dağı’nda, Hz. Nuh’un gemisinin karaya oturduğu yerde bir oda gibi bir yapı görüyor. İçeriye giriyor. Hz. Muhammed (sav) orada… Beyaz elbiseli, beyaz sakallı, parlayan bir yüz olarak görüyor.
Ona ‘Kızım, bu hastalık ve virüs gayrimüslimlerden geldi ve dünyaya yayılıyor. Sen söylediklerimi dinle ve herkese söyle ve paylaş. Daha ümmetimi bulaşık perişan olmadan, bu virüsün dermanı ve ilacı sumaktır. Suyun içine biraz sumak karıştırıp için. Allah’ın izni ile hasta olan şifa bulur. Hasta olmayanı da hastalık tutmaz. ” dedi.
Rüyasında kadın peygamberimize ‘Ya Resûlallah gayrimüslimlere de mi söyleyeyim?’ demiş. Peygamberimiz ‘Evet’ demiş. ‘Çünkü bu hastalık onlardan da kesilirse ümmetime de gelmez, onlara de bulaşmaz. Hem de onların bazılarına hidayete sebep olur.’ demiş. Ardından uyanmış.
Kadın bu kez peygamberimizi Miraç Kandili gecesi gördüğünü anlatıyor. Bu kez peygamberimiz yine aynı yerde kendisine kızgın bir şekilde ‘Neden insanlara söylemedin’ dediğini ifade ediyor. Bu salgın ümmete yayıldı. Kadın ‘Ya Resûlallah kime söylesem de inanmazlar, bundan dolayı çekindim söyleyemedim’. Peygamberimizin ise ‘Her halde sen de inanmıyorsun’ dediğini anlattı. Hz. Muhammed’in bir elinde sumaklı su dolu bir sürahi, diğer elinde bir kor ateş vardı. O odada iki hasta görüyor. Ve kendisine bak gör diyor. Elindeki bardağa sumaklı su doldurup hastalara içiriyor ve hastalar iyileşiyor…
Bu rüyaya İslâmî açıdan baktığımızda şunları görüyoruz:
1-Rüya haktır, gerçektir. Bu konuda ayetlerde ve hadislerde birçok bilgi vardır. Hazreti Yusuf’un rüyası (Yusuf/4,5), zindan arkadaşlarının rüyalarını tabir etmesi (Yusuf/41), Hazreti Peygamber (s.)in Mekke’ye emin olarak gireceği ayeti:
“Andolsun, Allah, Peygamberinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde başlarınızı kazıtmış veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz.” Ve benzerleri. Bu rüyaların tabirleri, yorumları hep doğru çıkmıştır.
Hadislere baktığımızda Hazreti Peygamber (s.) şöyle buyurdu:
“Rüya üç kısımdır: Birincisi sâlih rüya olup Allah’tan bir müjdedir; ikincisi şeytanın verdiği korku veya hüzündür; üçüncüsü de kişinin kendi kendine konuştuğu şeylerdir. Kim rüyasında hoşlanmadığı bir şey görürse, onu başkalarına anlatmasın; fakat hemen kalkıp namaz kılsın...” (Buhari Ta’bir/26)
2-Hazreti Peygamber (s.) rüyada görülebilir mi?
Evet. Zira Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
: « مَنْ رآني في المنَامِ فَسَيَرَانيِ في الَيَقَظَةِ أوْ كأنَّمَا رآني في اليَقَظَةِ  لايَتَمثَّلُ الشَّيْطانُ بي » .
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Beni rüyada gören kimse, uyanıkken de öylece görecektir –veya sanki beni uyanıkken görmüş gibidir–. Çünkü şeytan bana benzeyen bir şekle giremez.” 
(Buhârî, İlm 38; Ta’bîr 10; Müslim, Rü’yâ 11. Ebû Dâvûd, Edeb;88 Tirmizî, Rü’yâ 4, 7.)
Rüyada görülen şahsın gerçekten Hazreti Peygamber (s.) olması, onun şemailine yani fiziki yapısının nasıl olduğuna uygun olup olmadığı ile orantılıdır. Çünkü şeytan bembeyaz sakallı bir pir şeklinde görünüp: Ben Muhammed’im, ben Resûlullah’ım, deme yetkisine sahiptir.
Bana birisi “Ben rüyamda peygamberimizi gördüm” dedi. Sakalı nasıldı? Diye sordum, sakalı yoktu, dedi. Demek ki o, Hazreti Peygamber (s.) değildir. Yukarıdaki rüyada anlatılan şekil ise “Bem beyaz sakallı” sözü de gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Hazreti Peygamber (s.) vefat ettiğinde miladi sene ile atmış bir yaşında idi. Ve sakalı bembeyaz değildi.
Hz. Hasan’ın, dayısı Hind b. Ebû Hâle’ye ve Hz. Hüseyin’in, babası Hz. Ali’ye Resûl-i Ekrem’in şemâilini sorup öğrendikleri bilinmektedir. Buna göre İbn Ebû Hâle, Resûl-i Ekrem’i şöyle anlatmıştır: “Peygamber irice yapılı ve heybetliydi. Yüzü ayın on dördü gibi parlardı. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, saçları hafif dalgalıydı. Saçı bazan kulak memesini geçerdi. Rengi nûrânî beyaz, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve gürdü. İki kaşı arasında öfkelendiği zaman kabaran bir damar vardı. Burnu ince, hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Ağzı geniş, ön dişlerinin arası seyrek ve pek hoştu. Boynu gümüş gibi berraktı. Bütün organları birbiriyle uyumlu idi. Göğsü ile karnı bir hizada olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçe, mafsalları kalıncaydı. Bedeni nur gibiydi. Göğüs çukurundan göbeğine kadar ince bir tüy şeridi uzanırdı. Memelerinde ve karnında kıl yoktu. Kolları, omuzları ve göğsünün üst tarafında kıllar vardı. Bilekleri uzun, avucu genişti. El ve ayak parmakları etli ve uzunca idi.
Hazreti Enes (r.a.) şöyle rivayet eder: “… Hazreti Peygamber (s.) 10 sene Mekke’de (peygamber olarak) kaldı, Medine’de de 10 sene kaldı ve 60 yaşını bitirdiğinde vefat etti. Saçında ve sakalında 20 tane beyaz yoktu.” (Tirmizi Menakıb/4 no:3623, Tirmizi: Hadis, hasen ve sahihtir, dedi.)
Bu hadis-i şerife baktığımızda rüyada görünen kişinin Hazreti Peygamber (s.) olduğu ciddi şekilde şüphe arz etmektedir. Şurası da var: Hazreti Peygamber (s.)i rüyada gören kişi uyandığında o rüyanın etkisi ile saatlerce sevinç göz yaşları döker. Böyle bir şey olmuş mudur, olmamış mıdır, bizce meçhuldür.
3-Bir hadis- şerifte:
وعن أبي هريرة رضي الله عنه قال : سمعت رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقول : « لم يَبْقَ مِنَ النُبُوَّة إلا المبُشِّراتُ » قالوا : وَمَا المُبشِّراتُ ؟ قال : « الُّرؤْيَا الصَّالِحةُ » رواه البخاري .
“Ümmete, nübüvvetten (peygamberlikten) sonra sadece mübeşşirât kalmıştır”. Ashâb: Mübeşşirât nedir? diye sorunca, Resûl-i Ekrem:  “ Sâlih, iyi rüyadır” buyurdu.  (Buhârî, Ta’bîr 5. Müslim, Salât 207-208)
Salih kimselerin gördükleri iyi rüyalar, onlar hakkında bir müjdedir, mutluluktur, saadettir. Kötü rüyalar ise uyarıcıdır. Rüyayı gören hatasını düşünür ve onu telafi etmeye çalışır. Kişi ne kadar doğru sözlü ise rüyası da o kadar doğrudur.
4-Rüya bağlayıcı değildir. yani İslam dininin ana kaynağı Kur’an-ı Kerimdir. İkincisi de sahih hadislerdir. Bunun için akaid, ibadet, itikad, muamelat gibi konularda İslam dininin kuralları bellidir. Bunlarla uyuşmayan rüyalarda görülen şeylerin hiçbir değeri yoktur.
5-Yukarıdaki sumak ile ilgili rüyaya gelince dînî açıdan hiçbir kimse buna inanmaya mecbur değildir. Yani sumak içmese günaha girmiş olmaz. Sumak haram bir madde olmadığına göre içilmesinde bir sakınca da yoktur. Bunun virüs için etkili olduğunu araştırmak doktorların işidir. Onların bu işi laboratuarlarda denemelerinde fayda vardır. İnşaallah faydalı olur ve Hazreti Peygamber (s.)in bir mucizesi daha gerçekleşmiş olur.
Yüce Rabbimden, bu musibetin en kısa zamanda insanlığın üzerinden kaldırmasını niyaz ediyorum.   

24 Mart 2020 Salı

Münafık’ın tevbesi de kabuldür.



Konuya girmeden önce Münafık kime denir, özet olarak onu açıklayalım: içinden, kalbinden inanmadığı halde çıkarı uğruna “Ben müslümanım” diyen, ara sıra camiye gelip namaz kılan, gönlü ise kâfirlerle beraber olan kimsedir. Yani minareye benzerler. Dıştan baktığında kalem gibi dosdoğrudur, içine baksan kıvrım kıvrımdır.
Onlardan biri hakkında aşağıdaki ayet nazil olmuştur.
~~9.74~
يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُوا وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُوا وَمَا نَقَمُوا اِلَّا اَنْ اَغْنَٰیهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِهٖ فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْرًا لَهُمْ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَابًا اَلٖيمًا فِى الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَمَا لَهُمْ فِى الْاَرْضِ مِنْ وَلِىٍّ وَلَا نَصٖيرٍ
(Münafıklar) Bir şey söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Hâlbuki o küfür sözünü söylediler ve (sözde) Müslüman olduktan sonra inkâr ettiler. Ayrıca başaramadıkları şeye (peygamberi öldürmeye) de yeltendiler. Sırf, Allah ve Resûlü kendi lütfu ile onları zengin kıldığı için intikam almaya kalktılar. Eğer tövbe ederlerse, kendileri için hayırlı olur. Şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünyada ve ahirette elem dolu bir azaba çarptıracaktır. Artık onlar için yeryüzünde ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.(Tevbe/74)
Bu ayette üç konu işlenmektedir. A)  (münafıklar) Allah'a yemin ediyorlar ve "Biz böyle bir şey demedik." diyorlar. Halbuki o küfür kelimesini kesinlikle söylediler.
Rivayet olunduğuna göre; Hz. Peygamber, Tebük seferinde iki ay kalmış idi. Bu sırada Kur'ân âyetleri iniyor ve sefere katılmayan münafıkları ayıplıyordu. Bu âyetleri ordu içinde bulunan münafıklar da işitiyorlardı. Bunlardan biri olan ve yukarıda da adı geçen Cülas b. Süveyd, "Eğer Muhammed'in Medine'de bıraktığımız kardeşlerimiz, büyüklerimiz ve ileri gelenlerimiz hakkında söyledikleri bu sözleri doğru ise biz eşşeklerden de kötüyüz." diye bir söz kaçırmıştı. O mecliste hazır bulunan Âmir b. Kays el-Ensari "Evet, vallahi Muhammed elbette doğrudur, sen de gerçekten eşşekten betersin." demişti ve tartışma hemen Peygamber Efendimiz'e ulaşmıştı. Bunun üzerine Cülas'ı huzuruna getirtti, Cülas da "Vallahi söylemedim." diyerek yemin etti. Âmir de iftiracı durumuna düşmüştü, ellerini kaldırarak "Allah'ım! Kulun ve Peygamberin olan Muhammed'e doğruyu tasdik edecek, yalancıyı belli edecek âyet indir!" diye dua etti. Bu sebeple bu âyet nazil oldu. Cüla s da "Allah Teâlâ, bu âyette tevbeyi zikrediyor. Gerçekten de ben o sözü söylemiştim." dedi ve cidden tevbekâr oldu. Allah da tevbesini kabul etti.
B) Ayrıca başaramadıkları şeye (peygamberi öldürmeye) de yeltendiler. Sırf, Allah ve Resûlü kendi lütfu ile onları zengin kıldığı için intikam almaya kalktılar.
Tebük'ten Medine'ye dönüşte münafıklardan on beş kişi, geceleyin karanlıkta bir yamacın kıvrıldığı bir tepede Hz. Peygamber'i bineği üzerinde vurup uçuruma itmeye ittifakla karar vermişlerdi. Ammar b. Yasir bineğin yularından çekiyordu, Huzeyfe ibnil-Yeman da arkasından sürüyordu. Tam o sırada Huzeyfe develerin ayak seslerini ve bir silah şakırtısı işitti, döndü baktı ki, yüzleri örtülü bir grup üzerlerine doğru geliyor. Bunun üzerine Huzeyfe yüksek sesle "Kendinize gelin, Ey Allah düşmanları, kendinize!" diye bağırınca, onlar da korkup kaçarlar.
Müfessirler ayetin (Allah ve Resûlü kendi lütfu ile onları zengin kıldığı için intikam almaya kalktılar)  bu kısmından, şu olay üzarine indiğini naklederler: Tebük'ten Medine'ye dönüşte münafıklardan onbeş kişi, geceleyin karanlıkta bir yamacın kıvrıldığı bir tepede Hz. Peygamber'i bineği üzerinde vurup uçuruma itmeye ittifakla karar vermişlerdi. Ammar bin Yasir bineğin yularından çekiyordu, Huzeyfe ibnil-Yeman da arkasından sürüyordu. Tam o sırada Huzeyfe develerin ayak seslerini ve bir silah şakırtısı işitti, döndü baktı ki, yüzleri örtülü bir grup üzerlerine doğru geliyor. Bunun üzerine Huzeyfe yüksek sesle "Kendinize gelin, Ey Allah düşmanları, kendinize!" diye bağırınca, onlar da korkup kaçarlar.
 Bu hadise üzerine (İttekı Şerre men ahsente ileyh =kendisine iyilik yaptığın kimsenin şerrinden sakın) diye bir söz, ata sözü haline gelmiştir. Ancak İslam ahlakına daha uygun olan söz: (İyilik yap, denize at; balık bilmezse Hâlık ‘yaratan’ bilir) sözüdür.
C) Eğer tövbe ederlerse, kendileri için hayırlı olur. Şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünyada ve ahirette elem dolu bir azaba çarptıracaktır. Artık onlar için yeryüzünde ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
Rabbimizin tevbe kapısı müşrikten başka herkese açık olduğu halde, bu münafıklar, o nifakları üzere öldüklerinde, ayette ifade edilen cezayı hak etmişlerdir. Değilse Allah kimseye zulüm etmez.

23 Mart 2020 Pazartesi

Vefatından sonra ana babaya yapılacak iyilik var mıdır?



Evet vardır. Bu durum herkesin başına gelir. Bu sorunun cevabı için Hadis-i şeriflere şöyle bir göz atalım:
عن أبي  أُسَيْد بضم الهمزة وفتح السين مالكِ بنِ ربِيعَةَ السَّاعِدِيِّ رضي اللَّه عنه قال : بَيْنا نَحْنُ جُلُوسٌ عِنْدَ رسول اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم إذ جاءَهُ رجُلٌ مِنْ بني سَلَمة فقالَ : يارسولَ اللَّه هَلْ بقى مِن بِرِّ أَبويَّ شىءٌ أَبرُّهُمَا بِهِ بَعدَ مَوْتِهِمَا ؟ فقال : « نَعَمْ ، الصَّلاَة  علَيْهِمَا ، والاسْتِغْفَارُ لَهُما ، وإِنْفاذُ عَهْدِهِما ، وصِلةُ الرَّحِمِ التي لا تُوصَلُ إِلاَّ بِهِمَا ، وإِكَرَامُ صَدِيقهما »  
 Ebû Üseyd Mâlik İbni Rebîa es-Sâidî radıyallahu anh şöyle dedi:
Bir gün biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda otururken Selemeoğulları kabilesinden bir adam çıkageldi ve:
- Yâ Resûlallah! Anamla babam öldükten sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı? diye sordu.
Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
– “Evet, onlara dua eder günahlarının bağışlanmasını dilersin; vasiyetlerini yerine getirirsin; akrabasını koruyup gözetirsin; dostlarına da ikramda bulunursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb 120 İbni Mâce, Edeb 2)

Açıklamalar
Peygamber Efendimiz’e bu soruyu soran sahâbînin hayırlı bir evlat olduğu anlaşılıyor. Ebeveyni hayattayken onlara karşı evlatlık görevini yapmış olmalı ki, ölümlerinden sonra yapılacak bir başka hizmet bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyor. Peygamber Efendimiz de bu hayırlı evlâda ebeveynin ölümünden sonra yapılması gereken bazı görevleri hatırlatıyor:
Birinci görev: Onlara dua edip günahlarının bağışlanmasını dilemek. 951 numaralı hadiste görüleceği üzere, bir ana baba ölür de, geride kendilerine dua eden bir çocukları kalırsa, amel defterleri hiç kapanmaz, kendilerine devamlı sevap yazılır. Ana babanın ölümünden sonra bir evlâdın onlara yapacağı ilk dua, onların cenâze namazını kılmaktır. Çünkü cenaze namazı ölü için bir duadan ibarettir. İyi bir evlat hayatı boyunca her fırsatta ana babasına dua eder. Kur’ân-ı Kerîm bir evlâdın ana babasına nasıl dua etmesi gerektiğini öğretir. Bu dualardan biri şöyledir:
“Yüce Rabbim! Onlar beni küçüklüğümde nasıl koruyarak büyüttülerse, sen de onlara öyle acı ve esirge!” [İsrâ sûresi (17), 24].
Hz. İbrâhim’in ana ve babası için yaptığı, “Rabbenağfir-lî ve li-vâlideyye ve lil-mü’minîne yevme yekûmül hisâb : Rabbim! Hesap sorulduğu gün beni, anamı babamı ve mü’minleri bağışla!” [İbrâhim sûresi (14), 41] duasını, namazlarımızda hep okuruz.
Hz. Nûh’un da ana ve babası için buna benzer bir duası vardır [Nûh sûresi (71), 28].
İkinci görev: Vasiyetlerini yerine getirmek. Hayatlarında yapmaya fırsat bulamadıkları veya ölümlerinden sonra yapılmasını uygun gördükleri bazı görevleri veya hayırları onlar adına yapmak gerekir.
Üçüncü görev: Akrabasıyla ilgilenmek. Diğer bir ifadeyle onlar sayesinde kendileriyle akrabalık bağı kurulan kimseleri görüp gözetmek. Baba tarafından amcalar, amca çocukları ve diğer yakınlar; anne tarafından dayılar, dayı çocukları ve diğer yakınlar bizim akrabamızdır. Onlarla anne ve babamız sayesinde akraba olmuşuzdur. Bu akrabalığı devam ettirmek bizim görevimizdir. Gerektiğinde yardımlarına koşmak, zaman zaman hatırlarını sorup gönüllerini almak anne ve babamıza duyduğumuz sevgi, saygı ve bağlılığın bir göstergesidir.
Dördüncü görev: Ana ve babanın dostlarına iyilik ve ikram etmek. Ana ve babanın devamlı görüşüp konuştuğu, kendilerine yakınlık duyduğu kimseler; huyları, hayat görüşleri ve bazı alışkanlıklarıyla bize ana ve babamızı hatırlatırlar. Ana ve baba dostlarını görünce, ebeveynimizi görmüş gibi oluruz. Onlara iyilik etmekle, artık kendilerine ikramda bulunma şansını yitirdiğimiz ana ve babamıza ikram etmiş gibi oluruz.
Güzel dinimiz bize bu görevi vermekle, hâtıralara saygılı olmanın ve onları yaşatmanın güzelliğini de ortaya koymaktadır.
İslam alimlerinin büyük çoğunluğu, okunan, Ya Siin’in, hatm-i şerifin, nafile olarak yaptığı haccın, umrenin, nafile olarak kıldığı namazın, kestiği kurbanın sevabını da vefat etmişlerinin ruhlarına hediye edilmesini caiz görmüşlerdir.
Ölmüşler adına yapılacak her türlü iyiliğin ve ibadetin sevabının onlara ulaştığı kabul edilmiştir. Hatta Hz. Peygamber’in, “Sizin hediyeye sevindiğiniz gibi ona sevinirler” buyurduğu nakledilmiştir.

Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Ana ve baba henüz hayattayken ve onların hayır dualarını alma fırsatı varken, bir evlat bu fırsatı iyi değerlendirmelidir.
2. Ölümlerinden sonra çocukları onlara dua etmeli ve Cenâb-ı Hak’dan günahlarını affetmesini dilemelidir.
3. Vasiyetlerini uygulamalı, dine ters düşmeyen arzularını yerine getirmelidir.
4. Akrabasıyla ilgiyi devam ettirmeli ve onları koruyup gözetmelidir.
5. Dostlarının hatırını sayıp onlara iyilik ve ikramda bulunmalıdır.
6. Ölüler adına hayır hasenât yapmak sadaka vermek câizdir.
7. Adlarına yapılan iyiliklerin sevabı ölülere ulaşır.

21 Mart 2020 Cumartesi

İslam yama kabul etmez



Varlığına ve birliğine iman ettiğimiz yüce rabbimiz Ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:  O(Allah), gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır. O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.” (zühruf/84)
“Göklerdeki, yerdeki  bu ikisi arasındaki ve toprağın altındaki her şey, yalnızca O'nundur.”[1]
O Allah ki mülkünde tasarruf hakkını kimseyle paylaşmaz. Onun ortağı ve şeriki yoktur. Onun kabul ettiği din ise sadece İslam’dır. “Şüphesiz Allah katında (geçerli) din İslâm'dır.”(Ali İmran/19)
Bu dinin peygamberi ise Hazreti Muhammed (Sallallahü aleyhi ve sellem)dir.  O peygamberin vahiy oluyla Allah’tan alıp bize getirdiği Kitap ise Kur’an-ı Kerîm’dir. Bu kitabı bize tebliğ eden peygamberin iki ana görevi vardır. A- Tebliğ ‘Allah’tan aldığını olduğu gibi insanlara iletmek, duyurmak’ B- Temsil ve Tebyin. Yani ayetlerin anlamlarını hem açıklamak, hem de kendisi yaparak, yaşayarak örnek olmak.
Bu konuda Yüce Mevlâmız şöyle buyuruyor: “Andolsun, Allah'ın Resûlünde sizin için; Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır”.(Ahzab/21)   
Durum böyle olunca bin insanlara düşen görev, Allah Kur’an’da ne buyurdu ise, Hazreti Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem onu nasıl açıkladı ise onu öylece kabul etmektir. Bu dünya imtihan (sınav) dünyası olduğu için Yüce Mevla’mız hiç kimseyi iman etme konusunda zorlamamıştır. O şöyle buyurur:  (Ey Rasulüm), de ki: "- Kur'ân Rabbinizden gelen bir hak’dır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun. Çünkü biz, zalimler için böyle bir ateş hazırladık ki, onun kalın duvarları kendilerini kuşatmaktadır." (Kehf/29)
İslam dininin iman (inanç) sisteminin, ibadet şekillerinin, hukuk bölümünün, ahlak bölümünün vs. neler olduğunu Hazreti Peygamber (s.) bizzat yaşayarak açık seçik anlatmıştır. Bu din, son veda haccı sırasında Hazreti Peygamber (s.)e inen şu ayetle kemale ermiştir: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim.”(Maide/3)
Her yönüyle kemale erdikten sonra o artık ek, ilave kabul eder mi? asla! Öyleyse bu gün “ılımlı Müslüman, çağdaş Müslüman, demokratik Müslüman, milliyetçi Müslüman, sosyal Müslüman, laik Müslüman…” gibi ekleri kabul etmemektedir.  İslam dini bir Bayrak gibidir. Ne yama kabul eder, ne de bir kenarından eksiltme.
Şimdiki şu asrımızda iki türlü Müslüman var. A- Allah ve resûlü ne dediyse onu okuyup belleyip onların istediği gibi inanan ve yaşayan. B- Anadan babadan, çevreden gördüğü gibi inanan yani taklitçi Müslüman. Yani “Allah kaç tanedir” diye sorsan, bir tanedir, der. Ne biliyorsun, delilin nedir, desen; ne bileyim herkes öyle diyor, anamdan babamdan böyle öğrendim… diyen Müslüman. İşte bu tip insanların imanı daima tehlike altındadır. Demek ki, herkes “Allah ikidir” dese o da ikidir, diyecek. Hıristiyanların “İsa Allah’ın oğludur” dedikleri gibi.

Peygamberimiz Sallallahü aleyhi ve sellem Kavmiyetçilik ve Irkçılığı Reddetmiştir

Yüce Rabbimiz ayet-i kerimesinde şöyle buyurur:
~~49.13~
يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰیكُمْ اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ خَبٖيرٌ
Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır. “ (Hucurat/13)
Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar veren kavmiyetçiliği, Kur’ân-ı Kerîm nehyettiği gibi, Peygamber Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) de reddet­miştir. Veda hutbesinde irad ettiği hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
أيها الناس إن ربكم واحد وإن أباكم واحد كلكم لآدم وآدم من تراب أكرمكم عند الله اتقاكم، وليس لعربي على عجمي فضل إلا بالتقوى – ألا هل بلغت....اللهم فاشهد قالوا نعم – قال فليبلغ الشاهد الغائب.
“Ey insanlar! Dikkat edin! Rabiniz birdir; babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem de Topraktan yaratılmıştır. Allah katında en değerli olanınız, en müttakî  olanınız, ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Arab’ın Arap olmayana; Arap olmayanın da Arap olana –takvası dışında- hiçbir üstünlüğü yoktur. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi? “Evet” dediler. Allahım sen şahit ol; burada bulunanlar, bulunmayanlara bu dediklerimi ulaştırsınlar” buyurdu.
Evet, Resûl-i Ekrem Sallallahü aleyhi ve sellem, mü’minlerin birlik ve beraberliğini bozan, zedeleyen her türlü düşünce ve fiili, her çeşit ahlâk-ı seyyieyi yasaklamış­tır. Bilhassa İslâmî uhuvvet ve ittihadın (kardeşlik ve birliğin) en zararlı, en büyük düşmanı olan ırkçılığı şiddetle tard etmiştir. Resûlullah Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) küfür ve kav­miyetçiliğin her ikisine birden savaş açmış, ömrü boyunca bunlara karşı cihad etmiş ve muvaffak olmuştur. Resûlullah Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) kavmiyetçiliği reddeden pek çok hadîs-i şerifleri mevcuttur. Bu hadîs-i şerifler dikkatle tetkik edildiğinde Hz. Resûlullah’ın bu mevzuda ne kadar hassas olduğu açıkça anlaşılır. Bunlardan bazılarını takdim edelim:
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) buyuruyor:
إذا جمع اللهُ الأوَّلين والآخِرين لميقاتِ يومٍ معلومٍ فإذا هم بصوتٍ يسمع أقصاهم كما يسمعُ أدناهم فيقول : يا أيها الناسُ إني أَنصتُّ لكم منذُ خلقتُكم إلى يومِكم هذا فأَنصِتوا إليَّ اليومَ إنما هي أعمالُكم تَرِدُ عليكم أيها الناسُ إني قد جعلتُ نسَبًا وجعلتُم نسبًا فوضعتُم نسَبي ورفعتُم نسبَكم , قلتُ إنَّ أكرمَكم عندَ اللهِ أتقاكم وأبيتُم إلا أن تقولوا فلانُ بنُ فلانٍ وفلانٌ أغنى من فلانٍ فاليومَ أَضَعُ نسَبَكم وأرفَعُ نسَبي , أين المتَّقونَ ؟ فيُرفَعُ للقومِ لواءٌ فيتبع القومُ لواءَهم إلى منازِلهم فيدخلون الجنَّةَ بغير حسابٍ
 “Allah Teâlâ, kıyamet günü bütün canlılar; mahşer yeri­ne topladığı vakit, yakındakiler gibi uzaktakiler de aynı şe­kilde duyacakları bir sesle karşılaşırlar. Bu ses, şöyledir:
‘Ey insanlar! Sizi yarattığımdan bugüne kadar, hep ben sustum da sizi dinledim. Bugün siz susunuz da beni dinleyiniz. Bu­gün size amellerinizin karşılığı verilecektir. Ey insanlar! Ben sizin aranızda bir neseb, asalet koydum; siz de kendi ara­nızda bir neseb tayin ettiniz. Benim koyduğum nesebi düşür­dünüz ve kendi nesebinizi yücelttiniz. Ben, en şerefliniz, en çok müttakî olanınızdır, dedim. Fakat siz, buna yanaşmadınız da falanzâde, falan dediniz. İşte bugün ben de sizin koydu­ğunuz asaleti düşürür ve kendi koyduğum asaleti yüceltirim. Müttakîler nerede?’  Hemen müttakîler için bir sancak çekilir, onlar bu bayrağın ardına takı­lır, yerlerini alır ve hesapsız olarak cennete girerler.” ( Ebu Hüreyre ((r.a.)den Taberânî, “Evsat”ında, Hâkim, “Müstedrek”inde... İmam-ı Gazâlî, “İhyâ-yı Ulûmi’d-Dîn”, Bedir Yay., c. 4, s. 296.)
Bu hadîs-i şerif büyük bir ibret tablosudur. Cehennem’in bütün dehşe­tiyle hücum ettiği ve herkesin "nefsî, nefsî" dediği, canının derdine düştüğü o meydanda hangi soy sop, hangi hasep-neseb, hangi şahlık ve padişahlık, hangi kavim ve kabile beş para edecektir? O meydanda geçer akçe, ancak ve ancak, Rabb-i Celîl’in de beyan buyurduğu gibi, kalb-i selimdir, ehl-i sünnet itikadıdır, takvâdır, ubûdiyyettir, kulluktur, istikamettir.
Soy sop üstünlüğü davasında bulunmanın ne derece tehlikeli olduğunu beyan sadedinde aşağıdaki hadîs-i şerifler de ne kadar dehşetli bir tehdidi ihtiva etmektedirler:
 “Kavmiyet uğruna savaşan benim ümmetimden değildir.(Müslim İmaret/54)
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, bütün sohbetlerinde itidal, nezaket ve kavl-i leyyin (yumuşak söz) üzere bulunduğu halde, kavmiyetçilik dâvası güdenlere karşı, gayet sert davranmış ve onları tahkir ve terzil edici ifadeler kullanmıştır. Misâl olarak şu hadîs-i şerifi takdim edebiliriz:
قال عليه السلام " إن الله عز وجل قد أذهب عنكم عبية الجاهلية وفخرها بالآباء، مؤمن تقي وفاجر شقي، أنتم بنو آدم، وآدم من تراب، ليدعن رجال فخرهم بأقوام إنما هم فحم من فحم جهنم، أو ليكونن أهون على الله من الجعلان التي تدفع بأنفها النتن "
“Allahü Teâlâ, cahiliye adeti olan, babalarla, soyu ile övünmeyi sizden kaldırdı. İnsan ya müttakî mümindir, ya da şaki ve facirdir . yani kafirdir.. Sizler Hz. Âdem’in oğullarısınız. Âdem ise, topraktandır. Bir kısım insanlar var ki, cehennem kömüründen başka bir­ şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bun­lar ya bu övünmeden vazgeçerler ya Allah nezdinde pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böceklerinden daha değersiz olurlar.”( Müsned, II, 524; Ebû Dâvud, Edeb, 120, 51, Tirmizi Menakıb/75).
Bu konuda Hazreti Ömer (r.a.)den de bir menkıbe nakletmek uygun görüldü:

Hz. Ömer yanında Ebu Ubeyde bin el-Cerrah (ra) da bulunduğu halde Şam‘a gitmek üzere yola çıktı. Yolda bir nehre geldiklerinde Hz. Ömer devesinden indi ve ayakkabılarını çıkarıp boynuna astı. Sonra da devesinin dizgininden tutarak suya girdi. Bunu gören Ebu Ubeyde: "Ey Müminlerin Emiri! Böyle yapmayınız; Çünkü bu memleketin halkı sizi bu şekilde görmekten hoşlanmayacaktır" dedi.  O zaman Hz. Ömer şunları söyledi:

"Vay; senden bunu ummazdım. Eğer bunu bir başkası söylemiş olsaydı onu ümmet-i Muhammed‘e ibret dersi kılardım.  

قال عمر بن الخطاب رضي الله عنه نحن قوم اعزنا الله بالاسلام فمن ابتغى العزة بغيره اذله ا لله

Biz yeryüzünün en zelil kavmiydik. Allah Teâlâ bizi İslâm ile aziz kıldı. Eğer biz O‘nun bizi aziz kıldığı İslâm‘dan başka bir izzet talep edersek Allah Teâlâ bizi tekrar zelil eder." [Hakim]

Çağ açıp çağ kapatan Hazreti Fatih İstanbul’u almak istediğinde ırkçılık adına değil, İslam adına cihad ettiğini şu sözleriyle ifade eder:
İmtisal-i câhidû fillah olupdur niyyetüm
Ehl-i İslam’ın mücered gayretidir gayretüm
Fazl-ı hakk u himmet-i cünd-i ricâlillah ile
Ehl-i küfrü serteser kahreylemedür niyyetüm
Enbiya vü evliyâya istinadım var benim
Lütf-i Hak’tandır hemân ümîd-i feth u nusretüm
Nefs ü mal ile n’ola kılsam cihanda ictihâd
Hamdü lillah var gazâya sad hezârân rağbetüm
Ey Muhammed, mûcizât-ı Ahmed-i Muhtar ile
Umarım galip ola a’dây-ı dine devletüm.
Anlamı:
Allah yolunda cihad edin, emrine sarılmaktır niyetim.
Bütün çalışmam, gayretim İslam içindir.
Allah’ın fazl-ı keremi ve Allah erlerinin himmeti ile
Küfür ehlinin tamamını alt etmek, ezmektir niyetim.
Peygamberlere ve evliyaya dayanıyorum ben,
Fetih ve zafer ümidim Cenab-ı Hakk’ın lutfi iledir.
Can ve mal ile cihanda cihad ve gayret etsem
Allah’a hamd olsun ki daima binlerce savaşa rağbetim, isteğim var.
Ey Muhammed, seçkin Ahmed’in mucizeleriyle
Umarım din düşmanlarına devletim galip gelir.


[1]  Tâ Hâ/6