6 Ekim 2020 Salı

Şeriat, Tarikat ve Hakikat’in Hazreti Mevlana’ya göre tarifi

 Şeraitle ilgili ayetlerden birisi:

~~45.18~
ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلٰى شَرٖيعَةٍ مِنَ الْاَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَ الَّذٖينَ لَا يَعْلَمُونَ

“Sonra da seni din işi konusunda açık bir yola, şeriate koyduk. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.”(Casiye/18)

Şeriatın sözlük anlamı

Şere’a: Başlamak, yol açmak, meşru kılmak, kanun- yasa koymak.

Şeriat: Din, yol, su kaynağı yolu.

Şâri’: Şeriatın sahibi, onu koyan.  “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” ilkesi gereği hakikatte yalnızca Allah kastedilmekle birlikte Hz. Peygamber de şer‘î hükümleri tebliğ etmesi sebebiyle mecazen şâri‘ diye nitelenebilmektedir.

Mesnevi’nin beşinci cildinin başında Hazreti Mevlana şöyle der:

Şeriat muma, kandile benzer. Sana yol gösterir. Yani ışıktır. Karanlıkta ışıksız, gidemezsin. Ama ışığı ele almakla yol alınmaz. Yola girmek, yürümek lazım. Işığın aydınlattığı yola girdin mi, işte o gidişin adı Tarîkat’dır. Hedefe varman ise Hakikat’dır.

Şeriat, kitaptan veya hocadan kimya bilgisi öğrenmeye benzer. Tarikat ise öğrendiği ilaçları kullanmak; Hakikat ise bu ilimi kullanarak bakırı altın yapmaktır. Kimyacılar, biz bu bilgiyi biliyoruz diye kimya bilgisiyle sevinirler. Kimya yapanlar, biz böyle işler yapıyoruz, diye kimya işlemiyle sevinirler. Hakikate ulaşanlarsa: “Biz altın olduk, kimya bilgisinden de kurtulduk, kimya işleminden de. Allah’ın azatlılarıyız biz, diye hakikatle sevinirler.

Her grup kendinde bulunan ile sevinmektedir.” (Mü’minun/53)

İkinci bir temsil: Şeriat, tıp bilgisi, Tarikat tıp bilgisine göre perhiz etmek, ilaçları içmektir. Hakikat ise ebedi sıhhate kavuşup ikisinden de kurtulmaktır. İnsan bu hayattan ölünce şeriat ve tarikat ondan ayrılır ama hakikat kalır. Eğer hakikate ermişse, Ona, «gir Cennet'e!» denildi. O da, «ah keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni, ikrama lâyık görülen kişilerden kıldığını bir bilselerdi.»(Ya siin/26-27) diye çığlık atar. Yok, hakikate ermemişse, “"Keşke kitabım bana verilmeseydi. Hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim. "Keşke ölüm her şeyi bitirseydi." Malım bana hiçbir yarar sağlamadı. "Saltanatım da yok olup gitti."(el-Haakka/25-29) diye çığlık atar.

Şeriat bilmektir, tarikat bu bildiği ile amel etmektir, hakikat ise Allah’a ulaşmaktır, O’nun rızasına kavuşmaktır.

“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse sâlih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."(Kehf/110)

Geniş anlamda şeriat denince Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü kastedilmektedir.  Dar anlamıyla şeriat “amelî hükümler bütünü” diye tanımlanabilir. Hükümler bütünü olarak tanımlandığında fıkıhla şeriat ve İslam hukuku kavramları arasında şer‘îlik açısından bir ayırıma gidilmesinin isabetli olmadığı görülmektedir.

Bu açıdan bakıldığında “Şeriat devleti” demek, “İslam devleti” demektir. Yani devletin idare sisteminin ana kaynağı Kur’an ve Hadistir. Böyle olunca da ‘Ben Müslüman’ım’ diyen bir kişinin şeriat kelimesinden gocunmaması gerekir. İslam’a karşı olanlar, “Biz İslam’a karşıyız” diyemedikleri için “şeriata” karşıyız diyorlar. Onlara desek ki: çocuklarını sünnet ettirmek, cenazeyi yıkamak, kefene sarmak, üzerine namaz kılmak… bunların hepsi şeriattır. Böyle olunca “Biz şeriata karşıyız” diyenler vasiyet etsinler, cenazeleri yıkanmasın, kefene sarılmasın, üzerlerine cenaze namazı kılınmasın...

Ne dersiniz? 

Netice biz sadece ilmî bir gerçeği ortaya koymak istiyoruz.

Şu anda % 100 şeriatla idare edilen bir devlet var mıdır? Hayır.

Tarihte olmuş mudur? Evet.

Açıklar mısınız? Evet.

Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Sallallahü aleyhi ve sellem)in hicretten sonra Medine’de kurduğu devlet tam bir şeriat devleti idi. Bu devlet, on sene Efendimizin vefatına kadar olan zamanda ve ondan sonra da “Hulefa-i Raşidîn” dönemi dediğimiz otuz sene ki, toplam kırk sene devam etmiştir.

Hazreti Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem bir hadis-i şeriflerinde:

الخلافة بعدي ثلاثون سنة، ثم تكون ملكاعضوضا

“Benden sonra hilafet -veya nübüvvet hilafeti- otuz yıldır. Ondan sonra Isırıcı, güçlü saltanata dönüşecek" (Ebu Davud Sünnet/9 H. No: 4646; Tirmizi Fiten/48)

‘Isırıcı saltanat’ kısmını ihtiva eden hadisi, Hazreti Huzeyfe (r.a.) şöyle anlatıyor: Resulullah(Sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

عن حُذَيْفَة رضي الله عنه قالَ: قال:  قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ، ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ، فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ، ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا ، فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ، ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً ، فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ، ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ نُبُوَّةٍ ثُمَّ سَكَتَ

“Nübüvvet (peygamberlik) içinizde Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. (yani peygamber vefat eder.) Sonra, nübüvvet sistemi üzerinde bir hilafet (Halife idaresi) olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da -dilediği zaman- ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra Allah dilediğinde onu da ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut, (zorba, baskıcı, diktatör) bir saltanat olur; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu da ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.” (Müsned-i Ahmed  4/273).

Hazreti Peygamber (s.)in vefatından sonra Hazreti Ebu Bekir 2 sene 3 ay, Hazreti Ömer 10 sene 6 ay, Hazreti Osman 11 sene 11 ay, Hazreti Ali 4 sene 10 ay, Hazreti Hasan 6 ay halifelik yapmışlardır. Toplam 30 senedir ki, işte bu, Hazreti Peygamber (s.)in haber verdiği 30 senedir.

Hazreti Peygamber (s.) döneminde ve halifeler döneminde sistem nasıl işledi? Bunların bir kısmını örnekleriyle anlatmaya çalışacağım. Rabbim yardımcım olsun, rızasına muvaffak kılsın. Âmin.

Önce Hazreti Peygamber (Sallallahü aleyhi ve sellem) döneminden başlayalım.

İlk etapta vahiy ile meseleler halledilirdi. Yani tartışmalı bir konuda ayet varsa hemen onunla amel edilir, problem çözülürdü. Örnek:

Tefsirlerde, siyer kitaplarında nakledildiğine göre, 2 Şâban 5 (27 Aralık 626) tarihinde ifk –iftira hadisesi meydana gelmiştir.

Hz. Âişe’den nakledildiğine göre hadise şöyle gelişmiştir: Resûl-i Ekrem Benî Mustali  Gazvesi’nden dönerken beraberinde götürdüğü eşi Hz. Âişe, konakladıkları bir yerde sabaha karşı tekrar hareket emri verildiğinde tabii ihtiyacını gidermek üzere ordugâhtan uzaklaşır. Geri gelirken boynundaki Yemen (Zafâr) akiği gerdanlığın düşmüş olduğunu fark eder ve kendisini bekleyecekleri düşüncesiyle dönüp aramaya koyulur; ancak karanlıkta onu bulup el yordamıyla tanelerini toplayıncaya kadar çok vakit kaybeder. Konak yerine geldiğinde diğerlerinin hareket ettiğini görür ve yokluğunu anlayınca aramaya çıkacakları inancıyla orada beklemeye başlar; bu arada uyuyakalır. Sabah olunca ordunun artçılarından Safvân b. Muattal es-Sülemî görevi gereği kamp yerini kontrol ederken onu bulur ve devesine bindirip hayvanı yederek orduya yetiştirir; fakat hızlı yürümekle birlikte kendisi yaya olduğu için kafileye ancak kuşluk sıcağında mola verdikleri zaman ulaşabilir.

Söz konusu gecikme başlangıçta kötüye yorumlanmamış, hatta kimsenin dikkatini bile çekmemişken, hicretten önce Hazrec kabilesinin reisi olan ve Medine’nin yönetimi kendisine verilmek üzere iken Hz. Peygamber’in gelmesiyle bundan mahrum kalan Abdullah b. Übey b. Selûl’ün başlattığı dedikoduyla birlikte iç huzursuzluklara yol açan önemli bir olay halini almıştır. İslâmiyet’i istemeyerek kabul ettiği için münafıkların reisi diye bilinen Abdullah b. Übey ile adamlarının Resûl-i Ekrem’i ve kayınpederi Hz. Ebû Bekir’i küçük düşürmeye ve aralarını açmaya yönelik sözleri, bazı müminlerin de katılmasıyla kısa zamanda yayılma istidadı göstermişti. (TDV. Diyanet Ansiklopedisi)

Münafıklar fırsatı değerlendirip, ateş ile pamuğun (barutun) bir arada bulunmasının mümkün olmadığını ileri sürerek, Safvan ile Hazreti Aişe’nin zina ettikleri iftirasını Medine’de yaymışlardı.

Tabi ki bu duruma hem peygamber, hem de sahabeler çok üzülmüşlerdi. 

Bu durumda Hazreti Peygamber (s.) sabırla bekledi ve nihayet Nur suresinin 4. Ayeti nazil oldu.

وَالَّذٖينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَاْتُوا بِاَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانٖينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً اَبَدًا وَاُولٰئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Namuslu kadınlara zina isnat edip sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. İşte bunlar fâsık kimselerdir.(Nur/4)

Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe’nin beraatini ilân eden âyetleri Mescid-i Nebevî’de Müslümanlara okudu. Sonra da bu çirkin iftirayı yaymakta ileri gitmiş olan Hassân b. Sâbit, Hamne binti Cahş ve Mistah b. Üsâse’ye, iffetli kadına zina isnadında bulundukları için Nûr sûresinin 4. ayetine göre seksener sopa vurulması ve bir daha şahitliklerinin kabul edilmemesi cezasını uyguladı.

İşte bunun adı şeriat ve işte kadına verilen değer!...

Oysa bu iftirada bulunan insanlar aslında kötü kişiler de değillerdi. Duyduklarına inanarak bu hatada bulundular. Bunların kimler oldukları hakkında kısa bir bilgi vermek uygun görüldü.

Hassan bin Sabit

Kendisine atfedilen bir rivayette Resûl-i Ekrem’den yedi sekiz yıl önce Medine’de (562-563) doğmuştur. Kaynaklarda Hassân’ın 40 (660) veya 54 (674) yılında Medine’de vefat ettiği kaydedilmektedir.

Hassan iyi bir şairdi. Cahiliye döneminde, söylediği şiirlerle geçimini sağlardı. Atmış yaşlarında iken İkinci Akabe Biati’nin ardından (622) Müslüman oldu. Onun İslâmiyet’i kabul etmesiyle müslümanlar, şöhreti Hicaz bölgesini aşıp diğer Arap topraklarına yayılmış olan güçlü bir şair kazanmışlardır. Hassân’ın bundan sonraki hayatı tamamıyla Resûl-i Ekrem’in yanında geçmiş, en güzel şiirlerini onun için söylemiştir.

Şiirleriyle İslâmiyet’e büyük hizmetlerde bulunan Hassân’a Hz. Peygamber, “Müşrikleri hicvet, Cebrail seni destekliyor” buyurmuş, ayrıca onun için “Allahım, Hassân’ı Rûhulkudüs ile teyit et!” şeklinde dua etmiştir (Buhari Meğāzî/ 30, Edeb/ 91).

Hazreti Peygamber (s.)in yanında böyle bir yere sahip iken, dedikodulara aldanarak iftiracıların arasında bulunmuştu. Sonraları şiirleriyle Hazreti Aişe’den defalarca ağlayarak özür dilemiş ve özrü kabul edilmiştir.

Hamne Binti Cahş

 Abdülmuttalib’in kızı ve Resûl-i Ekrem’in halası Ümeyme’nin kızıdır. Aynı zamanda Hazreti Peygamber (s.)in baldızıdır. Mü’minlerin annesi Zeyneb Binti Cahş’ın kız kardeşidir. Hazreti Aişe (r.a.), onun kız kardeşinin kuması olması hasebiyle, ifk hadisesine katılmıştı. Ve kendisine ceza uygulanmıştı. Hamne, bu olaya kız kardeşi Zeyneb’e olan sevgisinden dolayı karışmışsa da Zeyneb Hz. Âişe hakkında onun gibi düşünmemiştir.

MİSTAH b. ÜSÂSE

Muhtemelen milâdî 598’de doğmuştur. Asıl adı Avf olup Mistah lakabıdır. Erken dönemlerde Müslüman oldu ve Medine’ye ilk hicret edenler arasında yer aldı. Bedir ashabından olup Resûlullah’ın katıldığı bütün gazvelerde bulunan ve cesur bir kişi olarak bilinen Mistah, Ubeyde b. Hâris’in kumanda ettiği Râbiğ Seriyyesi’nde sancaktarlık görevini de üstlenmişti.

Bu meziyetlere sahip olmakla beraber, bir insan olarak hata etti ve İfk Hadisesi’nin yayılmasına adı karıştı ve iffetli bir kadına zina isnadında bulunma fiilini işlediği sabit görüldüğü için Resulü Ekrem tarafından diğer suç ortaklarıyla birlikte kendisine had uygulandı. Yani seksen sopa vuruldu. Bu olay annesini çok üzdüğü gibi akrabalık ilişkisi ve fakirliği sebebiyle kendisini koruyan Hz. Ebû Bekir de artık Mistah’a yardımda bulunmayacağına dair yemin etti. Ancak,

وَلَا يَاْتَلِ اُولُوا الْفَضْلِ مِنْكُمْ وَالسَّعَةِ اَنْ يُؤْتُوا اُولِى الْقُرْبٰى وَالْمَسَاكٖينَ وَالْمُهَاجِرٖينَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا اَلَا تُحِبُّونَ اَنْ يَغْفِرَ اللّٰهُ لَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

 “İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere mallarından vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir” meâlindeki âyetin (Nûr /22) nâzil olması üzerine Hz. Ebû Bekir bu kararından vazgeçerek yardımlarına devam edeceğini açıklamıştır. (Tirmizî, “Tefsîr” 25)

Hazreti Peygamber (s.)in kendi uygulaması

Hicretin 2. Yılında Medineli Müslümanlarla Mekkeli Müşrikler arasında Bedir Gazvesi olmuştu. Savaş müslümanların galibiyetiyle neticelenmiş, müşriklerden 70 kişi cehenneme postalanmış, 70 kişi de esir alınmıştı. Yapılan istişare sonunda esirleri “gücü yetenler 400 dirhem gümüş fidye karşılığında serbest bırakılmalarına karar verilmişti.

Esirler arasında Hz. Peygamberden 3 ya da 5 yaş büyük olan Amcası Abbas da vardı. Hz. Peygamber ona:

"Ey Abbasi Kendin ve kardeşinin oğlu Akîl b. Ebi Talib ve Nevfel b. Haris ile antlaşmalın Utbe b. Amr için fidye (kurtulmalık akçesi) öde! Sen servet sahibisin!" buyurdu. Hz. Abbas:

"Yâ Rasulallah! Ben, Müslüman’dım. Kureyş kavmi beni zorlayarak yola çıkardılar!" dedi.

Peygamberimiz Aleyhisselam:

"Senin Müslümanlığını Allah bilir, dediğin doğru ise, Allah elbette onun ecrini sana verir. Amma, senin işin, görünüşte şu anda bizim aleyhimize idi. Sen hele kurtulmalık akçelerini ödemeye bak!" buyurdu ve onun yanında bulunan 20 ukiyye (800 dirhem) altına da, harp ganimeti olarak el koydu.

Hz. Abbas:

"Yâ Rasûlallah! Bari bunu kurtulmalık akçeme mahsub et!" deyince, Peygamberimiz Aleyhisselam:

"Hayır! O Allah'ın senden bize nasip ettiği bir şeydir, ganimettir!" buyurdu.

Hz. Abbas:

"Yâ Rasûlallah! Demek, sen beni geri kalan şu ömrüm boyunca halktan dilenmeye terk ediyorsun?!" dedi.

Peygamberimiz Aleyhisselam:

"Ey Abbas! Zevcen Ümmü Fadl'a verdiğin o mallar, o altınlar ner­eye gitti (ne oldu)?" diye sordu. Hz. Abbas:

"Hangi altınlar?" dedi. Peygamberimiz Aleyhisselam:

"Hani, sen Mekke'den yola çıkacağın gün, yanınızda zevcen (eşin) Hâris'in kızı Ümmü Fadl ile ikinizden başka bir kimse bulunmadığı sırada, Ümmü Fadl'a:

“Bu seferimde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Eğer bir musibete uğrarsam, şu kadarı senin içindir! Şu kadarı Ubeydullah içindir! Şu kadarı Fadl (Fazlı) içindir! Şu kadarı Kuşem içindir! Şu kadarı da Abdullah içindir!' dediğin altınlar!" buyurdu. Hz. Abbas:

"Bunu sana kim haber verdi?! Vallahi, bunu benden ve Ümmü Fadl'dan başka, halktan hiçbir kimse bilmiyordu!" dedi. Peygamberimiz Aleyhisselam:

"Bunu bana Allah haber verdi" buyurdu.

Hz. Abbas:

"Seni hak ile peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki; bunu benden başka, Ümmü Fadl'dan başka, insanlardan hiçbir kimse bilmiyordu. Ben şehadet ederim ki; Allah'tan başka ilah yoktur ve sen de, hiç şüphesiz, Allah'ın resûlüsün!" diyerek Müslümanlığını ilan etti.

Ensardan bazı zâtlar Peygamberimiz Aleyhisselamdan izin istediler de:

"Yâ Rasûlallah! Bize müsaade buyur da, kız kardeşimizin oğlu Abbas b. Abdulmuttalib'in kurtulmalık akçesini kendisine bırakalım" dediler.

Peygamberimiz Aleyhisselam:

"Hayır! Vallahi, bir dirhemini bile bırakamazsınız!" buyurdu.

Hz. Abbas, kendisinin ve yeğeni Akîl'in kurtulmalık akçeleri olmak üzere, Medine'ye 80 ukiyye altın veya 1000 dinar gönderdi. Antlaşmalısınınkini göndermedi.

Peygamberimiz Aleyhisselam, Hz. Abbas'ın elçisi Ebu Râfi'i geri çevirdi.

Hz. Abbas, Ebû Râfi'e:

"Sen, yine ne demeye geldin?" dedi.

Ebu Rafi' de, anlaşmalısının kurtulmalık akçesini almaya geldiğini haber verdi. Hz. Abbas, ister istemez, onun kurtulmalık akçesini de gönderdi. (Asım Köksal İslam tarihi)

İşte şeriat budur. Peygamberin amcası olması da bir işe yaramadı. Diğer esirlere uygulanan fidye ödeme, Hazreti Abbas’a da uygulandı.

Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmuştu:

Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Nisa/135)

 

Hazreti Peygamber (s.)in örnek diğer bir uygulaması:

Hazreti  Âişe annemizden rivayet edildiğine göre, Mahzûm kabilesinden hırsızlık yapan  bir kadının (elinin kesileceği) durumu Kureyşlileri pek üzmüştü. Bunun üzerine:

- Bu konuyu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile kim görüşebilir? diye kendi aralarında konuştular. Bazıları:

- Buna Resûlullah’ın sevgilisi Üsâme İbni Zeyd’den başka kimse cesaret edemez, dediler.

Üsâme de onların istekleri doğrultusunda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile konuştu.

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Üsâme’ye:

- “Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?” buyurduktan sonra kalkıp bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:

“Sizden önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezasını vermeleriydi. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.”

(Buhârî, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9 Ebû Dâvûd, Hudûd 4; Tirmizî, Hudûd 6)

Açıklamalar

Hadîs-i şerîfin diğer rivayetlerinden öğrendiğimize göre, Kureyş kabilesinin bir kolu olan Mahzûm kabilesinden Fâtıma binti Esved adlı kadının gerdanlık çalması olayı Mekke fethi sırasında cereyan etti. Mahzûmlular bu olayı bir şeref meselesi yaptılar. Kabilelerinden bir kadının hırsızlık dolayısıyla elinin kesilecek olması onların ağırına gitti. Acaba bunun bir af yolu veya diyet ödeyerek kurtulma imkânı yok muydu? Olsa bile böyle bir teklifi Resûlullah’a arzetmeye kim cesaret edebilirdi!

Peygamber Efendimiz’in âzatlı kölesi Zeyd İbni Hârise’nin oğlu Üsâme’yi hatırladılar. Üsâme Resûlullah’ın kucağında büyümüş ve onun derin sevgisini kazanmış biriydi. Resûl-i Ekrem onu kucağına alıp “Allahım ben onu seviyorum, sen de sev onu” diye dua ettiği için kendisine “Resûlullah’ın Sevgilisi” derlerdi. Üsâme’nin bazı konularda şefaatçilik yaptığı, Peygamber aleyhisselâm’ın da onu kırmadığı biliniyordu. Hemen Üsâme’ye gidip durumu anlattılar. Bu önemli meselede şefaatçi olmasını istediler. O da kalkıp Efendimiz’e gitti ve hırsızlık yapan Fâtıma adlı kadının affedilmesini istedi. Halbuki böyle olaylar devlet reisine veya onun valisine iletildikten sonra suçlunun affedilmesi artık söz konusu olamazdı. Zira Allah’a ait bir hakkı affetmeye devlet reisinin bile yetkisi yoktu. Üsâme böyle önemli bir konuda nasıl aracılık yapardı?

Resûlullah Efendimiz Üsâme’nin teklifine pek üzüldü. Mübârek yüzü renkten renge girmeye başladı. İşte o zaman Üsâme yaptığı hatayı anladı ve:

- Yâ Resûlallah! Allah’dan beni bağışlamasını dile, diye yalvardı.

Akşam olunca Peygamber aleyhisselâm müslümanlara bir konuşma yaptı. Allah’ın koyduğu kanunu değiştirmeye kimsenin yetkisi olmadığını, bu konuda kimseye özel muamele yapılamayacağını belirtti ve sözlerini bitirirken, bu işi Mahzûmlu Fâtıma değil, kendi kızı Fâtıma da yapmış olsa, onun da elini keseceğini söyledi. Daha sonra kadının eli kesildi.

Eli kesilen bu kadının ödünç aldığı bazı eşyaları daha sonra vermemek gibi bir âdeti olduğu söylenmektedir. Çaldığı eşyanın kadifeye sarılı bir gerdanlık olduğu, bu kadifenin Resûlullah’ın evinden çalındığı da rivayet edilmektedir. Hz. Âişe daha sonra bu kadının günahına tövbe edip iyi bir Müslüman olduğunu, evlenip yuva kurduğunu, Resûlullah’a bir şey sormaya geldiği zaman ona aracılık ettiğini anlatırdı.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Allah’ın koyduğu yasaklar çiğnendikten ve konu devlet reisine intikal ettikten sonra, suçun affedilmesi için aracılık yapılamaz.

2. Hırsızlık cezasının uygulanmasında kadın erkek ayırımı yoktur.

3. Ceza verirken zengin fakir ayırımı yapmak, bir milletin helâkine yol açan büyük bir haksızlıktır.

4. Eski milletlerin başına gelen felâketlerden ibret alınmalıdır.

5. Dinin suç saydığı işleri yapanlara kızmak câizdir.

İşte bunun adı şeriattır.

Bir de demokrasi adaletinden örnek verelim.

1966 yılında evlendim. Kendi köyümde İmamlık yapıyorum. Köyün öğretmenleri önderliğinde bir tüketim kooperatifi kuruyorlar. Beni de çağırdılar sen de katıl diye. Ben de aydın imamdım kendime göre!. Benim param yok, ancak yeni evlendim, eşimin altınları var , onları verebilirim, dedim. Altınlarım altın olarak istediğim zaman iade edilecek ve kârı da bana verilmek üzere bir senet alarak yedi tane tam lira altınını teslim ettim.

Önce çok iyi işleyen kooperatif, yöneticinin değişmesi ile gerilemeye başladı. Altınlarımı istedim; şimdi çok borcumuz var, üç ay sonra, beş ay sonra ödeyelim diyerek beni oyaladılar.

Sonunda dava açtım altınlarımı almak üzere. Mahkeme yedi sene sürdü. Sonunda, altınların yedi sene önceki değeri üzerinden ödenmesine karar verdi. Temyiz’e gönderdim. İki sene sonra oradan da aynı karar onaylandı.

Tabi bu dokuz seneye kadar kooperatif çoktan iflas etti, battı. Hiçbir şey kalmadı. Bir tek para kasası kaldı. Durumu hakime anlatıp hiç olmasa Para kasasına ihtiyati tedbir kararı uygulaması istedim. “Bana akıl mı veriyorsun?” diye beni azarladı. Sonra icracı geldiğinde kasa da ortalıktan kaybolmuş. Buz gibi hava aldım. Bunca senedir mahkemeye harcadığım paralar da cebası.

Kendi kendime keşke aydın imam olmasaydım, diye hayıflandım durdum.

Yorum okurlarıma aittir.

Şeriat idaresine ait bir adalet sahnesi daha!

Hazreti Peygamber (s.)in sahabeleri de birer insandı. Onların da zaman zaman hata yapmaları mümkündü. Ama onlar hata işlediklerinde hemen tövbe ederler, kul hakkı ise telafi ederlerdi.

Bunlardan birisi Seyyidü’l-Müezzinin (müezzinlerin efendisi) Hazreti Bilal-ı Habeşi. Derisi simsiyah, içi tepeden tırnağa kadar nur dolu bir sahabi. Mirac’da Hazreti Peygamber (s.)in, onun cennetteki köşkünü görüp haber verdiği kimse!..

Öbürü ise tek başına gelip Müslüman olan, tek başına Rebeze’de vefat eden ve tem ümmet olarak cennete gideceği kendisine müjdelenen Ebu zer-i Gıfârî (r.a.).

Her nasılsa aralarında bir anlaşmazlık olmuş. Birbiriyle atışmışlar. Bu arada Ebu zer Hazreti Bilal’e: Yebnessevdâ = Kara kadının oğlu demiş. Yani zenci olduğu için hem anasını, hem de kendisin aşağılamıştı. Hazreti Bilal gelip durumu Hazreti Peygamber (s.)e arz etmiş.

Hz Peygamber (s.) Ebu Zer’i çağırtıp ona: "يا أبا ذر أعيرته بأمه؟ إنك امرؤ فيك جاهلية،

“Ya Ebu Zer! Onu annesi(nin siyah olduğun)dan dolayı ayıplıyor musun? Sen, hâlâ kendisinde cahiliye kokusu olan birisisin” buyurdu.
Yaptığı hatanın enini boyunu anlayan Ebu Zer yüzünü yere koydu ve: “O Bilal ayağını şu yanağımın üzerine basmadıkça vallahi kalkmayacağım” dedi. Bilal ise bu durumda hakkını çoktan helal etti ve “Senin yüzün basmaya değil, öpmeye layıktır. Ancak yemin ettiğin için usulca basayım, dedi ve dava sonuçlandı.(Buhari İman/22; Müslim İman/40)

 İşte şeriat mahkemesi ve sonucu!!!

  Hazreti Peygamber (s.) de hüküm koymaya yetkilidir.

Hazreti Peygamber (s.)in iki temel görevinin birisi tebliğ, ikincisi tebyin’dir. Yani açıklama, öğretme, örnek olmadır. İşte bunlardan birisi:   

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hicretin 7. yılında (628) Hayber gazvesinden dönerken ashab-ı kiramla Medine'ye yaklaşmıştı. Sabah namazı vaktine de fazla bir zaman kalmamıştı. Mücahidler bütün gece yol aldıkları için, bir nebze istirahat etmek maksadıyla Peygamber Efendimizin emriyle bir yerde konakladılar.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Sabah namazı vaktimizi kim bekleyecek, belki uyuyabiliriz." diye ashab-ı kirama sordu. Hz. Bilâl ayağa kalkıp, "Ben beklerim yâ Resûlallah" dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimizle mücahidler uyudular.

O sırada Hz. Bilâl de namaza durdu. Uzun müddet namaz kıldı. Sonra çökmüş devesine yaslanarak sabah namazı vaktini gözlemeye başladı. Bu arada o da uykuya daldı. Mücahidlerin "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi Râciun" demeleriyle ancak uyanabildi. Güneş doğmuş ve her taraf aydınlanmıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz telaşla:

"Ey Bilâl! Nedir bu yaptığın bize?" diyerek sitem etti. Hz. Bilâl,

"Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Senin ruhunu tutan Kudret, benim de ruhumu tuttu bırakmadı." deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz gülümseyerek,

"Doğru söyledin." Buyurdu ve oradan ayrıldılar.

Sahabîlerin uyuya kaldıkları vadiden ayrılıp kerahet vakti çıkılınca, Peygamberimiz (s.a.v.) herkese abdest almalarını emretti. Efendimiz de abdest aldıktan sonra Hz. Bilâl'e, "Ey Bilâl! Ezanı oku" diye emretti.

Ezan okununca Müslümanlar toplandı. Peygamber Efendimiz onlara, "Sabah namazının sünnetini kılınız." buyurdu.

Sünnet kılındıktan sonra Peygamber Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Bilâl! Kâmet getir" dedi.

Hz. Bilâl kamet getirdi. Peygamber Efendimiz de imam olup cehren okuyarak namazı kıldırdıktan sonra, ashab-ı kirama döndü ve şöyle buyurdu:

مَنْ نَسِيَ صَلَاةً فَلْيُصَلِّ إِذَا ذَكَرَ وَلَا يُعِيدُ إِلَّا تِلْكَ الصَّلَاةَ

"Herhangi biriniz, uyur veya unutuverir de namazını geçirirse, onu vaktinde kıldığı şekilde kılsın, kazâ etsin." (Buhari, Mevakit 35, Tevhid 31; Müslim, Mesacid 309-311)

İşte bu hadiseden, sabah namazına uyanamayan kimsenin veya kimselerin kerahet vakti çıktıktan sonra o sabah namazının sünneti ile beraber kılınacağını, bunlar birkaç kişi ise cemaatle ve cehren okuyarak kılınacağını öğrenmiş oluyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder