29 Şubat 2020 Cumartesi

Hafeza (koruyucu) melekler vardır



insan o kadar kıymetlidir ki onu yaratan Allah, onu korumak için bir takım melekleri bile görevlendiriyor. işte bi ayet ve yorumu:

لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهٖ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِ
 İnsanı önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allah'ın emriyle onu korurlar.”(Ra’d/11)
Bu ayet Âmir bin Tufeyl ile Erbed bir Rebîa adında iki müşrik hakkında nazil olmuştur. Resulullah Sallallahü aleyhi ve sellem mescide bulunduğu bir sırada bunlar huzuru risâlete gelirler. Amir:
Ya Muhammed! Ben Müslüman olursam bana ne var? diye sorar. Resûlullah Sallallahü aleyhi ve sellem: “Müslümanların lehine olan senin de lehinedir, aleyhine olan senin de aleyhinedir. Buyurur.
-Sen öldükten sonra bu ümmetin idaresini bana verir misin?
-O benim görevim değildir. Allah idareyi dilediğine verir.
-Seninle biraz konuşmak istiyorum, biraz tenha yere çıkalım.
Beraberce mescidden dışarı çıkarlar ve biraz uzaklaşırlar.
Amir, arkadaşı Erbed’e: “Ben onunla konuşmaya başladığımda sen arkadan kılıcını indir, boynunu vur” diye tenbih etmişti. Amir konuşmaya başlayınca Erbed her ne kadar uğraştı ise de bir türlü kılıcını kınından çıkaramaz.  Hazreti Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem geri dönüp durumu anlayınca: “Ya Rabbi! Bunları sana havale ediyorum, bildiğin gibi yap” diye beddua eder. O anda havada bulut falan yok iken bir yıldırım düşüp Erbed’in canını cehenneme gönderir. Bu durumu gören Amir hemen oradan uzaklaşır. Ertesi gün boynunda bir yara çıkar ve günden güne büyüyerek ölümüne sebep olur.
Bu hadise üzerine bu ayette belirtildiği gibi Meleklerin Resûlullah’ı koruduğu  Abdurrahman bin Zeyd tarafından rivayet edilmiştir. (Hulasatü’l-Beyan fî Tefsîri’l-Kuran s.2615 Hud/11)

27 Şubat 2020 Perşembe

Tarikat nedir?



 Tarikat kelimesi sözlükte “gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş” anlamındaki tarîkat (çoğulu tarâik) terim olarak “Allah’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal ve davranış” demektir. Tarikat kelimesi kur’an-ı Kerim’de Tâ Hâ suresinin 63 ve 104. Ayetlerinde geçmektedir.
قَالُوا اِنْ هٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرٖيدَانِ اَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَرٖيقَتِكُمُ الْمُثْلٰى
“ Dediler ki: "Bunlar(Musa ile Harun) her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler." (Tâ hâ/63)
نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ اِذْ يَقُولُ اَمْثَلُهُمْ طَرٖيقَةً اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا يَوْمًا
 Onların sözünü ettiklerini biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol bakımından onların daha üst olanları ise: "Siz yalnızca bir gün kaldınız" derler”. (Tâ hâ/104
Yunus Emre de bir beyitinde şöyle der:
Severim seni ben candan içeru, yol mu vardır bu erkandan içeru
 Şerîat, Tarîkat yoldur varana. Hakîkat, marifet andan içeru
Beni bana sorma, ben ben değilem; Bir başka ben vardır benden içeru
Takatim tesildi dizde derman yok, Bu ne mezheb imiş dinden içeru.
Süleyman kuş dilin bilir dediler; Süleyman var Süleyman’dan içeru.
Yunus’un sözleri hundur ateştir, Kapında kul var sultandan içeru.
Tarîkatı, “sâliki (Hak yolcusunu) hakikate götüren yol” şeklinde tanımlayan sûfîler, dinin zâhirî ve şeklî kısmı olan şeriatın kurallarına uyulmadan tarikatla hakikate ulaşılamayacağını vurgulamışlardır. Bunu ifade etmek için meselâ şeriatı gemiye, tarikatı denize, hakikati inciye; şeriatı cevizin dış kabuğuna, tarikatı iç kabuğuna, hakikati meyvesine; şeriatı meşaleye, tarikatı bu meşale ile yol almaya, hakikati maksada ulaşmaya; şeriatı dört şeritli bir otobanın en sağdaki şeridine, tarikatı ikinci, hakikati üçüncü, marifeti de dördüncü şeridine benzetmişlerdir. Bu yolların hepsi de aynı menzile, yani cennete çıkar.  Alâüddevle-i Simnânî tarikatı şeriatsız, mârifeti ibadetsiz gerçekleştirmeye çalışmayı dinin sınırları dışında bir davranış olarak değerlendirmektedir. İmâm-ı Rabbânî de şeriatın tahakkuku (gerçekleşmesi) açısından tarikatın yardımcı ve tamamlayıcı bir unsur teşkil ettiğini belirtmektedir.
Tarih boyunca şeriat kurallarına tam anlamıyla uyan yüzlerce tarikatın yanı sıra bu kurallara riayet etmeyen, sapıtan bazı tarikatlar da mevcuttur.
Tarikatlar uyguladıkları zikir şekillerine göre de gruplara ayrılmıştır. Hz. Ali kanalıyla gelen Kadrî tarikatlar sesli ve hareketli zikri benimsedikleri için cehrî (turuk-ı cehriyye), Hz. Ebû Bekir kanalıyla gelen Nakşibendiyye ve kolları genellikle kalbî, sessiz ve hareketsiz zikir uyguladıklarından hafî (turuk-ı hafiyye) diye isimlendirilir.
Nefsini olgunlaştırmak isteyerek bir mürşid-i kâmil’e intisab eden kimseye Mürid denir. Mürid intisap ettiği tarikatın âdâb, erkân ve usullerini şeyhinin rehberliğinde gerçekleştirir. Şeyhi hiç görmeden onun ruhaniyeti vasıtasıyla eğitilmek de mümkündür. Buna, Veysel Karanî’nin Hz. Peygamber’i görmediği halde mânen eğitilmesi ve kendisine peygamber tarafından hırka bırakılmasından dolayı Üveysî tarik / Üveysîlik adı verilmektedir.

Tarikatların İslam dinine hizmetlerinden bazıları:

Abdülkādir-i Geylânî’nin torunlarından Seyyid Seyfeddin’in 824’te (1421) gittiği Hindistan’ın Sind şehrinde 700’den fazla ailenin ihtida ettiği (Müslüman olduğu), Geylânî’ye nisbetle Abdülkādir-i Sânî diye anılan Kādirî şeyhinin çabalarıyla XVI. yüzyılda birçok Hintli’nin Müslüman olduğu kaydedilmektedir.
Celâleddin et-Tebrîzî’nin gayretleriyle birçok Hindu ve Budist’in ihtida ettiği, bu anlamda tarikatın en büyük etkisini Keşmir’de gerçekleştirdiği görülmektedir. Türkistan’dan Keşmir’e giden Seyyid Şerefeddin Bülbül Şah burada Budist lideri Prens Rinçana’nın İslâmiyet’i kabul etmesini sağlamış, Sadreddin adını alan Rinçana ile birlikte tebaasından yaklaşık 10.000 kişi İslâm’a girmiştir.
Tarikatlar, Müslüman halkın dinî inanç ve duygularını canlı tutmanın yanı sıra gayri müslimlerin ihtidâsına vesile olmak, işgalci ve sömürgecilere karşı İslâm ülkelerinde direniş cepheleri teşkil etmek, ihtiyaç durumunda İslâm ordularıyla birlikte seferlere katılmak, fethedilen bölgelere yerleşip İslâmiyet’i yaymak gibi bir çok fonksiyonlar icra etmiştir. Meselâ Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmesinde tarikat ehlinin irşad faaliyetlerinin büyük rol oynadığı bilinmektedir. Orta Asya’da, Hindistan ve bazı Uzakdoğu ülkelerinde, Afrika’da İslâmiyet’in yayılması, İran’da binlerce Mecûsî’nin İslâmiyet’i seçmesi, Anadolu ve Balkanlar’da gayri müslim ahalinin ihtidâsı büyük çapta tarikatlar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Tarikatların bu başarısı insanların gönül dünyasına hitap etmesinden kaynaklanmaktadır. Not: buraya kadar TDV İslam ansiklopedisi Tarikat maddesinden özetlenerek alınmıştır.    

Hazreti Peygamber (s.) gününde tarikat var mıydı?

Önce şunun bilinmesinde fayda var. Hazreti Peygamber Sallallahü aleyhi ve sellem günüde her şey tek elden idare ediliyordu. Mesela: Bir anlaşmazlık mı var? Peygamber (s.) kadı (hakim) idi, meseleyi hallediyordu. Bir savaş mı olacak? Hazreti Peygamber (s.) Ordu komutanı idi. Namaz mı kıldırılacak, Hazreti Peygamber (s.) imam idi. Vs.
Hazreti Peygamber Sallallahü aleyhi ve selemin vefatından sonra yavaş yavaş birimler oluşturulmaya başladı. Mesela: Mahkeme işlerine bakan kadılar (hakimler) atandı; ordunun başına komutanlar atandı, namaz kıldırmak için imamlar atandı. Ve dolayısıyla tefsir, hadis, fıkıh, akaid, tıp, ticaret, eğitim  vb. dallarda ihtisaslaşma başladı. İşte bu dallardan birisi de tarikat, tasavvuf denilen bir ekol meydana çıktı. Şöyle ki: ekonomik şartlar genişledikçe insanların bazılarında ibadetlere karşı bir gevşeme meydana geldi. Bu eksikliği gidermek için Kur’an-ı kerim ve sünnetin ışığında tarikat (tasavvuf) denilen bir yol meydana çıktı.
Tarikatın bütün esasları, zaten Resulullah’ın tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir.
Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması , hicri III. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.

Kur’an’da tarikat var mıdır? Var ise hangi ayettedir?

Evet vardır. İşte ayetlerden bazıları:
رَبَّنَا وَابْعَثْ فٖيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكّٖيهِمْ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
İbrahim aleyhisselam şöyle dua etmişti: "Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin."(Bakara/129)
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اِذْ بَعَثَ فٖيهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهٖ وَيُزَكّٖيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفٖى ضَلَالٍ مُبٖينٍ
Andolsun, Allah, mü'minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.(Ali İmran/164)
هُوَ الَّذٖى بَعَثَ فِى الْاُمِّيّٖنَ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهٖ وَيُزَكّٖيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفٖى ضَلَالٍ مُبٖينٍ
 O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.(Cum’a/2)
Bu ayetlerde geçen “Kitap”, Hikmet” ve “Yüzekki” (tezkiye) kelimelerinin anlamları: “Kitab”, Allah tarafından gönderiler kitaplar. (Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an ve diğer suhuflardır ki bunlarda ibadet, itikad, muamelat gibi dinin bütün kuralları belirtilmiştir.
“Yüzekki” (Tezkiye, arıtan, tertemiz yapan) kelimeleri ise iman sahibi bir müslümanı bilerek ya da bilmeyerek işlediği hatalardan, günahlardan temizleyen, Allah yanında kulun derecesini, itibarını daha çok yükselten bir yoldur.
Bunlara hadislerden bir örnek vermek istersek:
عَنْ طَلْحَةَبْنِ عُبَيْدِاللهِ (ر.) اَنَّ اَعْْرَابِيَّا جَاءَ اِلى رَسُولِ اللهِ (ص.) ثَائِرَالرّّأْسِ فَفَالَ: يَا رَسُولَ الله اَخْبِرْنِى مَاذَافَرَضَ اللهُ عَلَيَّ مِنَ الصَّلاةِ؟ فَقَالَ: اَلصَّلَوَاتُ الْخَمْسُ اِلاّاَنْ تَطَوَّعَ شَيْئًا. فَقَالَ: اَخْبِرْنِى مَافَرَضَ اللهُ عَلَيَّ مِنَ الصِّيَامِ؟ فَقَالَ: شَهْرَ رَمَضَانَ اِلاّاَنْ تَطَوَّعَ شَيْئًا. فَقَالَ: اَخْبِرْنِى مَافَرَضَ اللهُ عَلَيَّ مِنَ الزَّكَاةِ؟ فَقَالَ: فَاَخْبَرَهُ رَسُول اللهِ (ص.) بِشَرَائِعِ الاسْلاَمِ. فَقَالَ: وَالَّذِى اَكْرَمَكَ لاَاَتَطَوَّعُ شَيْئًا وَلاَاَنْقُصُ مِمَّا فَرَضَ اللهُ عَلَيَّ شَيْئَا. فَقَالَ رَسُولُ اللهِ (ص) :اَفْلَحَ اِنْ صَدَقَ اَوْ دَخَلَ الْجَنَّةَ اِنْ صَدَقَ.
Talha bin Ubeydullah (r.a.) der ki:
Saçı başı darma dağınık bir bedevî, Hz. Peygamberin huzuruna gelerek şöyle dedi:
- Ya Rasûlallah! Allah bana ne kadar namaz kılmamı farz ettiğini söyler misiniz? Efendimiz buyurdular ki:
- Beş (vakit) namazı. Ancak fazla olarak nafile kılarsan ne âlâ.
- Oruçtan ne farz ettiğini söyler misiniz?
- Ramazan ayı orucunu tutmanı. Ancak nafile olarak tutarsan kendin bilirsin.
- Zekat olarak ne vermemi farz etti? dedi. Rasûlullah da İslâm'ın emirlerini tek tek söyledi. Sonra o adam şöyle dedi:
- Sana (Peygamberlik) ikram eden zat'a yemin ederim ki, fazla olarak hiç nafile yapmam, Allah'ın üzerime farz kıldığı şeylerden hiç birini de asla eksik yapmam. Bunun üzerine Hz, Peygamber s.a.v. şöyle buyurdu:  “Eğer doğru söylüyorsa kurtuldu.” Veya "Doğru söylüyorsa cennete girdi." (Buharî savm/ 1 Çağrı / İstanbul)  
İşte bu hadiste belirtilen farzları yerine getirmeye şeriat denir. Bu farzlardan başka sünnetleri, müstehab namazları (Duha kuşluk namazı, evvabin namazı, teheccüd namazı gibi) namazları kılmaya da Tarikat ya tasavvuf denir. Bu örnekler zekâtta da, hacda da diğer zikir şükür gibi evrad da zikredilebilir.
Bu nafile ibadetleri ilim sahibi bir mürşid-i kâmilin nezaretinde, bir disiplin altında yapmak elbette daha güzeldir. Çünkü cahilin sofusu şeytanın maskarasıdır, denmiştir.
Yunus Emre bir mürşid-i kâmile gitmenin zaruretini şöyle dile getirmiştir:

Bir kamil mürşide varmazsan olmaz.

Gel ey kardeş, Hakkı bulayım dersen,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz,
Resulün cemalin göreyim dersen,
Bir kamil mürşide varmasan olmaz.
Niceler gittiler mürşid arayı,
Arayanlar buldu derde çareyi,
Bin kere okusan aktan karayı,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Gel şimdi kardeşler gidelim bile,
Nice âşıkların bağrını dele,
Cebrail delildir, Ahmed'e bile,
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.
Kadılar mollalar cümle geldiler,
Kitapların hep bir yere koydular.
Sen bu ilmi kimden aldın dediler.
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
YUNUS EMRE bunda mana var dedi,
Bir kâmil mürşide sen de var şimdi,
Hazret Musa'ya Hızır'a var dedi,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

Derviş kime denir?

Derviş, Allah Teâlâ'ya yakın olma yolunda çabalayan, güzel ahlak sahibi bir mü'min olabilmek için maneviyat yoluna düşen insan demektir.
Derviş, tasavvuf talebesi demektir. Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkarıp, İslamiyet’e tam uyarak, gönlünü yalnız Allahü teâlâya bağlayan; güzel huylarla süslenmiş kimse demektir.
Derviş Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanar. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykuları kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz, her işinde Allah’tan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder ve affeder, her geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendinde görür. Her nefeste Allah’ı düşünür, gaflet ile yaşamaz, kimseyle tartışmaz. Tartışmanın dostların dostluğunu azaltacağını, düşmanların da düşmanlığını artıracağını bilir. Bir kalbi incitmekten korkar, kalbleri Allahü teâlânın evi bilir.
Yunus Emre (kuddise sirruhû) şöyle der:
Dervişlik der ki bana, sen derviş olamazsın.
Gel ne diyeyim sana, sen derviş olamazsın.
Derviş bağrı taş gerek, gözü dolu yaş gerek,
Koyundan yavaş gerek, sen derviş olamazsın.
Ele geleni yersin, dile geleni dersin;
Böyle dervişlik dursun, sen derviş olamazsın.
Mürşide varmayınca, Ummana dalmayınca,
Hak nasip etmeyince, sen derviş olamazsın.
Derviş Yunus gel imdi, Ummanlara dal imdi,
Ummana dalmayınca, sen derviş olamazsın.

Sahte şeyhler var mıdır?

Elbette vardır. Yalancı peygamber, daha doğrusu  peygamber olmadığı halde “Ben peygamberim” diyen bir sürü yalancı olur da, “ben şeyhim” diyen yalancı şeyh niye olmasın! Bu yalancılar, sahtekârlar var diye İslam dinine hizmet etmiş bir müesseseyi kapatmak mı gerekir? Birkaç örnek veriyorum:
Zaman zaman hastasına tecavüz eden bir doktorun haberini medyadan dinliyoruz. Bir doktor bu şenaati yaptı diye Tıp fakültelerini kapatmak mı gerekir?
Bir müteahhit sahtekarlık yapıp çürük bina, köprü vb. yaptı diye Mühendislik okullarını kapatmak mı gerekir?
Bir öğretmen öğrencisine tecavüz etti diye öğretmen okullarını kapatmak mı gerekir.
Senelerce kâr üstüne kâr katan bir fabrikaya yeni gelen bir genel müdür fabrikayı iflasın eşiğine getirirse, fabrikayı kapatmak mı gerekir yoksa o müdürü değiştirmek mi? ne dersiniz?
 Bu örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.
Bizleri yaratan rabbimiz bu tip insanlara nasıl muamele yapılacağını ayetlerle ya da Sevgili Peygamberimiz Sallallahü aleyhi ve sellem hadisleri ile hem de uygulayarak açıklamıştır. Öyle olunca İslam dinine bunca hizmetleri olmuş bir müesseseyi kapatma yerine büyük İslam âlimleri bir komisyon oluşturarak: “Falan ile filan kişiler gerçek mürşid değildir, söylediği sözler, yaptığı hareketler İslam dinine aykırıdır” derler ve o sahtelerin dergâhları, tekkeleri kapatılır. Aklın gereği bu değil midir?

Gerçek mürşidlerden birkaç tane örnek sunuyorum: 

Hacı Bayram-ı Veli (1325-1403)

İsmi Numan bin Ahmet, lakabı Hacı Bayram’dır. 1352 de Ankara’nın Çubuk çayı üzerindeki Zülfadl (Solfasol) köyünde doğdu. Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başladı. Ankara ve Bursa’da bulunan âlimlerin derslerine katılarak; tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, matematik, astronomi, felsefe, Arapça, Farsça, edebiyat gibi dersleri okudu ve icazet aldı. Dînî ilimlerin yanı sıra müsbet ilimleri de okuyarak talebeliğe ilk başladığı Kara Medrese’ye müderris[1] oldu. Kara Medresede Müderrislik görevini sürdürmekte olan Numan’ın talebe yetiştirmedeki mahareti ve ilmî tartışmalardaki ünü kısa zamanda etrafa yayıldı. Bunu duyan Ebû Hamîdüddin (Somuncu Baba) hazretleri onu Kayseri’ye davet etti. Bayram günü Kayseri’ye varınca Şeyh Ebû Hamîdüddin: “Bu gün iki bayramı birden yaşıyoruz, senin adın da bundan böyle Bayram olsun” diyerek Müderris Numan Efendi'nin adını “Bayram” olarak değiştirip, onu bu şekilde onurlandırdı.
Hocası Şeyh Hamidüddin ile hacca gitti. Hac dönüşü hocasıyla birlikte Aksaray’a yerleşti. Hocasının vefatından sonra Ankara’ya geri döndü ve “Bayramiye Tarikatı”nı kurdu. Hacı Bayram Veli’nin bilgisi ve güven veren yönünden dolayı, Eşrefoğlu Rûmi, Akşemseddin-i Veli, Bıçakçı Ömer Sekînî, Uzun Selahaddin, Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcan ve Mehmed-i Bîcan gibi zatlar etrafında toplandı. Anadolu’nun manevî yapısının şekillenmesinde büyük katkıları olan Hacı Bayram-ı Veli 1430 yılında Ankara’da vefat etti. Türbesi, kendi adıyla anılan Hacı Bayram Camiinin bitişiğindedir.[2]  Her gün binlerce kişi tarafından ruhuna Fatihalar okunmaktadır.
Hacı Bayram-ı Veli’nin bir kerameti:
Padişah İkinci Murat Hacı Bayram Veli’yi çok sever ve zaman zaman onu ziyaret ederdi. Bir defasında: “Efendim! İstanbul’u alıp, kâfir diyarını İslam’ın nuru ile nurlandırarak, çan sesleri yerine ezan seslerinin yükselmesini arzu ederim. Bu hususta dualarınızı beklerim” deyince Hacı Bayram-ı Veli: Allahü Teâlâ ömrünüzü ve devletinizi ziyade etsin. Yalnız İstanbul’un alındığını ne sen, ne de ben görebileceğiz”. (Bir köşede oynayan Fatih ile, kapıda hizmet için bekleyen Akşemseddin’i göstererek) Ama şu çocukla bizim köse görürler” dedi. Ve dediği gibi de oldu.
İstanbul’un  Fatih Sultan Mehmed’in hocası Ak Şemseddin gibi bir zat-ı muhterem ki, mikrobun varlığını ilk  defa, Fransız Dr. Fracastor’dan yaklaşık yüz sene önce o keşfetmiş: “Hastalıkları yapan çok küçük canlı varlıklardır. Ancak şu anda onları görmemiz mümkün olmamaktadır” diyen Allah dostunu yetiştirmiştir. Bu zatları çöpe atabilir misiniz?

Hazreti Mevlânâ

(Doğ:30 Eylül 1207( 6 Rebîul’evvel 604), öl: 17 Aralık1273)

Mevlâna, dünyaca ünlü büyük mütefekkir (düşünür) ve tasavvuf bilginidir. Türkistan’ın Amuderya ırmağı yakınında Belh şehrinde 1207 yılında dünyaya gelmiştir. O zamanlar oraları Hindistan'dı ve Hindistan büyük bir Türk imparatorluğu idi. Ve adı "Babür Şahlığı" idi. Çeşitli nedenlerle Anadolu’ya göç eden babası Bahaeddin Veled, İran, Bağdat, Hicaz, Mekke ve Şam yoluyla ilk olarak bu günkü adı Karaman olan Lârende’ye, sonra da Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat’ın daveti üzerine, 1228’de Konya’ya yerleşmiştir. Asıl adı Celaleddin olan Mevlânâ’ya; yaşadığı dönemde Anadolu’ya Rumeli denmesi sebebiyle “Rûmî” sıfatı verilmiş ve Mevlânâ Celaleddin Rûmî diye anılmıştır.
Hz. Mevlânâ’nın insan sevgisi:
Gel, gel. Ne olursan ol yine gel.
İster kafir, ister Mecûsi, ister puta tapan ol yine gel.
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.
Nasihati:  
Şefkat ü merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol.
Sehavet ü cömertlikte akar su gibi ol.
Hiddet ü asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu u mahviyette toprak gibi ol.
Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol.  Diyen ve yüz yıllardır eşiğini doğunun batının insanlarına öptüren Hazreti Mevlânâ çöpe atılacak birisi midir?

Cihan Pâdişahlarına Yön Veren Eşsiz Bir Mâneviyat Sultânı
AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ

Aziz Mahmud Hüdayi, Anadolu’da yetişen büyük velîlerden olup, Halvetiyye tarikatının kolu Celvetiyye tarikatının kurucusudur.
Asıl adı Mahmûd’dur. “Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Koçhisar’da doğmuş, çocukluğu Sivrihisar’da geçmiştir.
O, bir asra yakın ömür sürmüş ve sekiz pâdişah devrini idrâk etmiş bir gönül sultânıdır. Asrında, gerek eserleri, gerekse sohbet, irşad, vaaz ve nasihatleri ile ümmet için bir feyiz kaynağı olmuştur.
    Hüdâyî Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsili yanında tasavvufî bir alâka ile gönül âlemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde’nin muîdi olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık vazifelerinde bulundu.
Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dâvâ çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar akıtan bir kadıncağız, kocasından şikâyetle mahkemeye mürâcaat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd’a şunları söyledi:
    –Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hattâ: «–Eğer bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!» dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!..”
    Kadı Mahmûd Efendi, yapılan şikâyetin tahkîki için kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevâben:
    –Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde bâzı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emânet ettim… dedi.
   Kadı Mahmûd Efendi şaşırdı: “Bu nasıl olur efendi?!.” diye sordu.
Adamcağız da anlatmaya başladı:
    “–Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede’ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe’deydim!..” dedi.
    Böyle bir hâdiseye ilk defa şâhid olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifâdelerini kabul etmedi.
    Bunun üzerine hâlâ mukaddes topraklardaki rûhâniyet ve mâneviyat iklîminin taze hissiyâtı içinde olan adamcağız, saf, fakat mânidar bir cevapla haykırdı:
    “–Kadı efendi! Allah Teâlâ’nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul, niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin?” dedi.
    Kadı Mahmûd Efendi de, bu cevabı gâyet mânidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de yaptığı tahkîkat neticesinde meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde dâvâyı iptal etmek zorunda kaldı ve böylece boşanma hadisesi olmadı.
Birçok kerametlerinden bahsedilir:
Bir gün sultan 1. Ahmed Han rüyasında “Avusturya kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü” görmüştü. Zahiren bakıldığında rüya çok korkunç idi. Sabahleyin derhal huzura getirilen rüya tabircilerinden hiç biri bu rüyayı, padişahı tatmin edecek bir şekilde tabir edemediler. Nihayet Aziz Mahmud Hüdayî hazretleri saraya davet edildi ve rüyanın tabiri rica edildi: O şöyle buyurdu: “Allahü Teâlâ insan vücudunda arkayı, cansız varlaklarda ise toprağı en kuvvetli olarak yaratmıştır. İnsan ile toprağın birbirine değmesi bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece padişahımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyle bu rüyadan, İslamın temsilcisi olan padişahımızın küffara karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.” Padişah bu tabiri çok beğendi ve ona bin altın hediye gönderdi.
O sıralarda Aziz Mahmud Hazretleri kadılığı bırakmış üsküdardaki dergahında, kendini insanlara irşada adamıştı. Yani hiçbir yerden maaş almıyordu. Tam bu sırada Aziz Mahmud Hüdayî hazretlerinin hanımının doğumu yaklaşmıştı. Fakir oldukları için doğacak çocuğun ihtiyaçlarını alamamışlardı. Bu sebeple hanımı: “Kadılığı bıraktın, medrese hocalığını terk ettin… elindeki malını mülkünü ona buna vererek harcadın; dünyaya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile yok…” diyerek üzülüyordu.
Onlar bu halde iken kapı çalındı. Aziz Mahmud Hüdayî kapıyı açmaya giderken hanımına: Hatun, Allahü Teâlâ istediğin dünyalığı gönderdi” dedi. Kapıyı açtığında Sultan Ahmed Han’ın hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak hanımına teslim etti. Ertesi gün padişah kendisi gelerek elini öptü ve talebesi oldu.
Allah dostları saymakla bitmez onlardan bir kaçını yunus Emre şöyle dile getirmiş:
Hor bakma sen toprağa, toprakta kimler yatur
Hani bunca evliya, yüz bin Peygamber yatur
  
Arkasiyle kum çeken, göz yaşıyla yoğuran
Kâbe’ye temel kuran, Halil İbrahim yatur
   
Ol Allahın habibi , dertlilerin tabibi
Enbiyalar serveri, Resul Muhammed yatur

İğnesin suya atan, balıklara getirten
Tacın tahtın terk eden, İbrahim Edhem yatur

Gündüzler saim olan, geceler kaim olan
Ariflerin sultanı, Bâyezid Bestam yatur

Hakikat erenleri, geçti dünyadan, her biri
Konya’da ol Mevlana Hüdevandigar yatur

Çoktur Hakkın has kulları, zikr eylesen hep bunları
Saysam sana erenleri, görsen ne sultanlar yatur

Yunus sen de ölürsün, kara yere girersin
Mürşidlerin ulusu Tabduk-ı sultan yatur.


[1]           Ders veren. Ders okutan. Muallim. İlim talebelerine ders veren. Ders vermeğe izinli ve salâhiyetli olan kimse. Profesör.
[2]           Diyanet takvimi. 1Kasım 2006

24 Şubat 2020 Pazartesi

A’raf ne demektir?



Tercih edilen görüşe göre a‘râf, cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek kısmının adıdır. Araf’da bulunacak kimseler hakkında on iki rivayet vardır. Bunlardan en öne çıkanını iki grupta mütalaa edebiliriz.
1. İyi ve kötü amelleri, günahı ve sevabı eşit olan müminler. Bunlar başlangıçta cennete veya cehenneme konulmayıp ikisi arasında bir müddet bekleyecek, sonra Allah’ın lutfuyla cennete girecek olan müminlerdir. Tefsir ve kelâm âlimlerinin çoğu bu görüşü benimsemişlerdir.
2.Cennete veya cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan belli kişiler. Bunlar da herhangi bir peygamberin tebliğini duymadan ölenler (fetret ehli), müşriklerin bulûğ çağından önce ölen çocukları veya gayri meşrû evlilikten doğan çocuklardan ibarettir.

Ayetlerde mahşer yerindeki hesaplaşmadan sonra olacak macera A'raf suresinde şöyle anlatılıyor:
35 - Ey Âdemoğulları! İçinizden size benim âyetlerimi anlatan Peygamberler gelir de her kim Allah'a karşı gelmekten sakınır ve hâlini düzeltirse, artık onlara korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir.
36 - Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara uymayı kibirlerine yediremeyenlere gelince, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
37 - Kim, Allah'a karşı yalan uyduran veya O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zalimdir? İşte onlara kitaptan (kendileri için yazılmış ömür ve rızıklardan) payları erişir. Sonunda kendilerine melek elçilerimiz, canlarını almak için geldiğinde, "Hani Allah'ı bırakıp tapınmakta olduğunuz şeyler nerede?" derler. Onlar da, "Bizi yüzüstü bırakıp kayboldular" derler ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler.
38 - Allah, şöyle der: "Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan toplulukları ile birlikte ateşe girin." Her topluluk (arkasından gidip sapıklığa düştüğü) yoldaşına lânet eder. Nihayet hepsi orada toplandığı zaman peşlerinden gidenler, kendilerine öncülük edenler için, "Ey Rabbimiz! Şunlar bizi saptırdılar. Onlara bir kat daha ateş azabı ver" derler. Allah, der ki: "Her biriniz için bir kat daha fazla azap vardır. Fakat bilmiyorsunuz."
39 - Öncekiler  (önder durumunda olanlar) sonrakilere, "Sizin bize karşı bir üstünlüğünüz yoktur. Artık kazanmış olduğunuz şeylere karşılık, azabı tadın" derler.
40 - Âyetlerimizi yalanlayanlar ve o âyetlere uymayı kibirlerine yediremeyenler var ya, onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler!  Biz suçluları işte böyle cezalandırırız.
41 - Onlar için cehennem ateşinden döşek, üstlerinde de cehennem ateşinden örtüler var. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.
42 - İman edip salih ameller işleyenlere gelince -ki biz kişiye ancak gücünün yettiğini yükleriz- işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.
43 - Biz onların kalplerinde kin namına ne varsa söküp attık. Altlarından da ırmaklar akar. "Hamd, bizi buna eriştiren Allah'a mahsustur. Eğer Allah'ın bizi eriştirmesi olmasaydı, biz hidayete ermiş olamazdık. Andolsun, Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişler" derler. Onlara, "İşte yaptığınız (iyi işler) sayesinde kendisine varis kılındığınız cennet!" diye seslenilir.
44 - Cennetlikler cehennemliklere, "Rabbimizin bize va'dettiğini biz gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin va'dettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenirler. Onlar, "Evet" derler. O zaman aralarında bir duyurucu, "Allah'ın lâneti zalimlere!" diye seslenir.
45 - Onlar Allah yolundan alıkoyan ve onu, eğri ve çelişkili göstermek isteyenlerdir. Onlar ahireti de inkâr edenlerdir.
Ayetlerden anlaşıldığına göre A’raf denilen yer sırat köprüsünden geçtikten sonra cennete varmadan o arada bulunan bir yerin adıdır ki orada olacak konuşmalar şöyle beyan ediliyor:
46 - İkisi (cennet ve cehennem) arasında bir sur , A'râf  üzerinde de birtakım adamlar vardır. Cennet ve cehennemliklerin hepsini simalarından tanımaktadırlar. Cennetliklere, "Selâm olsun size!" diye seslenirler. Onlar henüz cennete girmemişlerdir, ama bunu ummaktadırlar.
47 - Gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman, "Ey Rabbimiz! Bizi zalim toplumla beraber kılma" derler.
48 - (Yine) A'râf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki: «Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.
49 - "Sizin, ‘Allah bunları rahmete erdirmez' diye yemin ettikleriniz şunlar mı?" (Sonra cennetliklere dönerek) "Haydi, girin cennete. Size korku yok. Siz üzülecek de değilsiniz" derler.
Bu konuşmalardan sonra A’raf ehli de cennete girecekler. Bir ara cehennemdekileri görmeye gelecekler. İşte o zaman aralarındaki olacak konuşmayı Rabbimiz şöyle beyan ediyor:
50 - Cehennemlikler de cennetliklere, "Ne olur, sudan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bizim üzerimize akıtın" diye çağrışırlar. Onlar, "Şüphesiz, Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır" derler.
51 - Onlar dinlerini oyun ve eğlence edinmişler ve dünya hayatı da kendilerini aldatmıştı. İşte onlar bu günlerine kavuşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi nasıl inkâr edip durdularsa, biz de onları bugün öyle unuturuz.
Rabbimiz bize bunları niçin anlatıyor? Herkes dünyada iken yarın için ne hazırladığına baksın, şeytana, şeytanlaşmış insanlara değil yalnızca Allah’a kul olup onun cennetine gitsinler için anlatıyor. Ne mutlu aklını kullananlara!.

21 Şubat 2020 Cuma

Camide Kur’an okumanın fazileti



Din görevlisi İmamlarımız ya da müezzinlerimiz camilerimizde her isteyene Kur’an okutup öğretiyorlar. Bu çok güzel bir fırsattır. Zaten her Müslüman din görevlisidir. Kur’an okumayı bilen herkes bilmeyene istediğinde Kur’an okutmaya dînen mecburdur. Bu konuda sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Bir kimseye bildiği bir konu sorulduğunda cevap vermezse, kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulur." Kur’an okumak isteyene öğretmeyen de aynıdır. (Tirmizî, İlim 3. Ebû Dâvûd, İlim 9)
 İstesek de istemesek de bir gün tıpış tıpış ahirete gideceğiz. Öyleyse oraya gitmeden önce buradan biraz azık tedarik etmenin yollarını aramalıyız. Bunlardan birisi de Kur’an okumak ve okutmaktır. Sevgili Peygamberimiz (s.) “Sizin en hayırlınız, en iyiniz Kur’an’ı okuyan ve okutanlarınızdır” buyurmuştur. Bunu duyan her Müslüman en hayırlılar içine katılmak için elinden geleni yapmaya çalışmalıdır. Çünkü Hazreti Ali Efendimizin dediği gibi: “Dünyada amel, iş var, hesap yok; ahirette ise hesap var amel yok”
Bu konuda aşağıdaki hadis bize ne güzel şey müjdelemektedir:
Ukbetü’bnü Amir (r.a.) şöyle der:
Biz suffede iken Resûlullah (s.) yanımıza geldi ve bize: “sizden hanginiz her gün erkenden Buthan’a ya da Akîk’a gidip, günah işlemeden, kat’ı rahm (akraba ilişkisini kesme de) yapmadan iri hörgüçlü iki deveyi alıp getirmeyi sever, diye sordu. Biz de: “Ya Resûlallah! Hepimiz de severiz” dedik. Bunun üzerine o: “Sizden birinizin, erkenden camiye gidip, Allah (Azze ve celle)nin kitabından iki ayet öğrenmesi ya da okuması onun için o iki deveden daha hayırlıdır. Üç ise üçden, dört ise dörtten, ayet sayısı kadar deveden daha hayırlıdır, buyurdu. (Müslim Müsafirin/251)
Öyleyse haydi Kur’an okumaya!

İnsanların birbirlerine düşme belası



Allah’ın kullarına uyanmaları için verdiği musibetlerden birisi de tefrikadır. Fikir ayrılığı yüzünden birbirleri ile didişmeleri, boğuşmalarıdır. Şu aşağıdaki ayet bunu en güzel biçimde açıklamaktadır:
De ki: "O, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe, ya da sizi grup grup birbirinize düşürmeğe ve kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya gücü yetendir." Bak, anlasınlar diye, âyetleri değişik biçimlerde nasıl açıklıyoruz.” (En’am/65)
De ki: O Allah'ın size üstünüzden ve ayaklarınızın altından bir azab göndermeye,
Üstten azab, yıldırım düşmek, taş yağmak, tufan olmak gibi gök âfetleri; ayakların altından azab da, zelzele olmak, yerin göçmesi, su ve ateş çıkması gibi yer âfetleri gibi şeylerdir.
İbnü Abbas hazretleri  üstten azab” valilerin zulmü, “alttan azab ise” terbiyesizlerin kötülüğüdür, demiştir. Bazı tefsirciler de baştan veya alttan gelen hastalıklar ve musibetler ile tefsir etmişlerdir. Âyet, hepsini ihtimali içine almaktadır.
veya sizi fırkalara ayırmaya (“Şiya’” kelimesi, şia'nın çoğuludur. Şîa da birbirlerinin arkasından giderek bir emîre veya reise taraftar olan fırka demektir) veya sizi fırka fırka birbirinize geçirmeye, yani her biri bir başkana taraftar olmuş ve çeşitli isteklere ayrılmış muhtelif fırkalara parçalayıp birbirinizle çarpıştırmaya, ve bir kısmınıza, diğer bir kısmınızın (öldürme ve başka şeyler gibi) kötülük ve şiddetini acı acı tattırmaya gücü yeter. Ve bunlara gücü yeten ancak odur. "Bak, âyetlerimizi nasıl inceden inceye açıklıyoruz ki, akıllarını başlarına alsınlar."
Hak kulundan intikamın gene kul ile alır.
Bilmeyen ilm-i ledünni anı kul yaptı sanır.
Cümle eşya hâlikındır, kul eliyle işlenir.
Emri bârî olmayınca sanma bir çöp deprenir.
Üstten gelip her tarafı kaplayan ya da dipten fışkıran azabı düşünmek, nefislere sağdan ya da soldan gelen azabı düşünmekten daha çok etki eder. Çünkü insan sağ taraftan ya da sol taraftan gelecek bir azabı savabileceği kuruntusuna kapılabilir, ancak tepesinde ya da ayaklarının dibinden gelecek bir azaba gelince, bu, her tarafı bürüyen kahredici ve sarsıcı bir azapdır. Karşı koymak, direnmek mümkün değildir. Bu duygulandırıcı ifade, insanın duygu ve düşüncesini sarsan böylesine güçlü etkenleri içermektedir. Bu ifade, aynı zamanda yüce Allah'ın dilediği zaman, dilediği gibi kullarına azap edebileceği gerçeğini de dile getirmektedir.
Bunlar gelip geçici olanlardır. Bir de sürekli olan azablar vardır ki onlar da: insanları guruplara ayırıp Sürekli bir çekişme ve didişme içinde olurlar. Bir düşmanlık ve çarpışmadır sürüp gider.
İnsanlık her ne zaman Allah'ın sisteminden sapmış, hayatın yönlendirilmesini insanların arzularına, çekişmelerine, ihtiras ve bilgisizliklerine, zaaf ve eksikliklerine bırakmışsa, uzun tarihinin birçok döneminde bu tür bir azapla hep karşı karşıya kalmıştır. Ne zaman ki insanlar, hayatları için düzen, sistem, şeriat ve kanun, değer ve ölçüleri kendi kendilerini belirleme alçaklığına düştülerse, o zaman bazısı bazısına kulluk yapmak zorunda kalmıştır. Kimisi koyduğu düzen, sistem, yasa ve kanunlara başkalarının boyun eğmesini istemiştir. Onlar da bundan kaçınıp, karşı çıkmışlar. Bu sefer de boyun eğmekten kaçınıp, karşı çıkanlara saldırmaya başlamışlar. Eğilimleri, arzuları, ihtirasları ve düşünceleri hep çatışır. Böylece kimisi diğerlerinin belâsını çeker. Bazısı geri kalanlara kin besler. Bazısı da başkalarını inkâr eder. Çünkü hep birlikte, tüm kulların emirlerine uyduğu yüce ma'budun koyduğu ölçüye başvurmuyorlar. Eğer Yüce Allah’ın koyduğu kurallara göre hayatlarını tanzim etselerdi, hiç kimse içinde bir eziklik hissetmeyecekti. Çünkü Allah’a kul olan, insana kul olmayı asla kabul etmez.