Tarikat kelimesi sözlükte “gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve
gidiş” anlamındaki tarîkat (çoğulu tarâik) terim olarak “Allah’a
ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal ve davranış” demektir. Tarikat kelimesi
kur’an-ı Kerim’de Tâ Hâ suresinin 63 ve 104. Ayetlerinde geçmektedir.
قَالُوا
اِنْ هٰذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرٖيدَانِ اَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْ
بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَرٖيقَتِكُمُ الْمُثْلٰى
“ Dediler ki: "Bunlar(Musa ile
Harun) her halde iki sihirbazdır, sizi sihirleriyle yurdunuzdan sürüp çıkarmak
ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu (dininizi) yok etmek istemektedirler."
(Tâ hâ/63)
نَحْنُ اَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ اِذْ يَقُولُ اَمْثَلُهُمْ طَرٖيقَةً
اِنْ لَبِثْتُمْ اِلَّا يَوْمًا
“Onların
sözünü ettiklerini biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol bakımından
onların daha üst olanları ise: "Siz yalnızca bir gün kaldınız" derler”.
(Tâ hâ/104
Yunus Emre de bir beyitinde şöyle der:
Severim
seni ben candan içeru, yol mu vardır bu erkandan içeru
Şerîat, Tarîkat yoldur varana. Hakîkat,
marifet andan içeru
Beni bana sorma, ben ben değilem; Bir
başka ben vardır benden içeru
Takatim
tesildi dizde derman yok, Bu ne mezheb imiş dinden içeru.
Süleyman kuş dilin bilir dediler; Süleyman
var Süleyman’dan içeru.
Yunus’un
sözleri hundur ateştir, Kapında kul var sultandan içeru.
Tarîkatı, “sâliki (Hak
yolcusunu) hakikate götüren yol” şeklinde tanımlayan sûfîler, dinin zâhirî ve
şeklî kısmı olan şeriatın kurallarına uyulmadan tarikatla hakikate
ulaşılamayacağını vurgulamışlardır. Bunu ifade etmek için meselâ şeriatı gemiye,
tarikatı denize, hakikati inciye; şeriatı cevizin dış kabuğuna, tarikatı iç
kabuğuna, hakikati meyvesine; şeriatı meşaleye, tarikatı bu meşale ile yol
almaya, hakikati maksada ulaşmaya; şeriatı dört şeritli bir otobanın en sağdaki
şeridine, tarikatı ikinci, hakikati üçüncü, marifeti de dördüncü şeridine
benzetmişlerdir. Bu yolların hepsi de aynı menzile, yani cennete çıkar. Alâüddevle-i Simnânî tarikatı şeriatsız,
mârifeti ibadetsiz gerçekleştirmeye çalışmayı dinin sınırları dışında bir davranış
olarak değerlendirmektedir. İmâm-ı Rabbânî de şeriatın tahakkuku
(gerçekleşmesi) açısından tarikatın yardımcı ve tamamlayıcı bir unsur teşkil
ettiğini belirtmektedir.
Tarih boyunca şeriat kurallarına tam anlamıyla uyan
yüzlerce tarikatın yanı sıra bu kurallara riayet etmeyen, sapıtan bazı
tarikatlar da mevcuttur.
Tarikatlar uyguladıkları zikir şekillerine göre de
gruplara ayrılmıştır. Hz. Ali kanalıyla gelen Kadrî tarikatlar sesli ve
hareketli zikri benimsedikleri için cehrî (turuk-ı cehriyye), Hz. Ebû Bekir
kanalıyla gelen Nakşibendiyye ve kolları genellikle kalbî, sessiz ve hareketsiz
zikir uyguladıklarından hafî (turuk-ı hafiyye) diye isimlendirilir.
Nefsini olgunlaştırmak isteyerek bir mürşid-i
kâmil’e intisab eden kimseye Mürid denir. Mürid intisap ettiği tarikatın
âdâb, erkân ve usullerini şeyhinin rehberliğinde gerçekleştirir. Şeyhi hiç
görmeden onun ruhaniyeti vasıtasıyla eğitilmek de mümkündür. Buna, Veysel
Karanî’nin Hz. Peygamber’i görmediği halde mânen eğitilmesi ve kendisine
peygamber tarafından hırka bırakılmasından dolayı Üveysî tarik / Üveysîlik adı
verilmektedir.
Tarikatların İslam dinine hizmetlerinden bazıları:
Abdülkādir-i Geylânî’nin torunlarından Seyyid
Seyfeddin’in 824’te (1421) gittiği Hindistan’ın Sind şehrinde 700’den fazla
ailenin ihtida ettiği (Müslüman olduğu), Geylânî’ye nisbetle Abdülkādir-i Sânî
diye anılan Kādirî şeyhinin çabalarıyla XVI. yüzyılda birçok Hintli’nin Müslüman
olduğu kaydedilmektedir.
Celâleddin et-Tebrîzî’nin gayretleriyle birçok Hindu
ve Budist’in ihtida ettiği, bu anlamda tarikatın en büyük etkisini Keşmir’de
gerçekleştirdiği görülmektedir. Türkistan’dan Keşmir’e giden Seyyid Şerefeddin
Bülbül Şah burada Budist lideri Prens Rinçana’nın İslâmiyet’i kabul etmesini
sağlamış, Sadreddin adını alan Rinçana ile birlikte tebaasından yaklaşık 10.000
kişi İslâm’a girmiştir.
Tarikatlar, Müslüman halkın dinî inanç ve
duygularını canlı tutmanın yanı sıra gayri müslimlerin ihtidâsına vesile olmak,
işgalci ve sömürgecilere karşı İslâm ülkelerinde direniş cepheleri teşkil
etmek, ihtiyaç durumunda İslâm ordularıyla birlikte seferlere katılmak,
fethedilen bölgelere yerleşip İslâmiyet’i yaymak gibi bir çok fonksiyonlar icra
etmiştir. Meselâ Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmesinde tarikat ehlinin irşad
faaliyetlerinin büyük rol oynadığı bilinmektedir. Orta Asya’da, Hindistan ve
bazı Uzakdoğu ülkelerinde, Afrika’da İslâmiyet’in yayılması, İran’da binlerce
Mecûsî’nin İslâmiyet’i seçmesi, Anadolu ve Balkanlar’da gayri müslim ahalinin
ihtidâsı büyük çapta tarikatlar vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Tarikatların bu
başarısı insanların gönül dünyasına hitap etmesinden kaynaklanmaktadır. Not:
buraya kadar TDV İslam ansiklopedisi Tarikat maddesinden özetlenerek
alınmıştır.
Hazreti Peygamber (s.) gününde tarikat var mıydı?
Önce şunun bilinmesinde fayda var. Hazreti Peygamber Sallallahü
aleyhi ve sellem günüde her şey tek elden idare ediliyordu. Mesela: Bir
anlaşmazlık mı var? Peygamber (s.) kadı (hakim) idi, meseleyi hallediyordu. Bir
savaş mı olacak? Hazreti Peygamber (s.) Ordu komutanı idi. Namaz mı
kıldırılacak, Hazreti Peygamber (s.) imam idi. Vs.
Hazreti Peygamber Sallallahü aleyhi ve selemin vefatından sonra
yavaş yavaş birimler oluşturulmaya başladı. Mesela: Mahkeme işlerine bakan kadılar
(hakimler) atandı; ordunun başına komutanlar atandı, namaz kıldırmak için imamlar
atandı. Ve dolayısıyla tefsir, hadis, fıkıh, akaid, tıp, ticaret, eğitim vb. dallarda ihtisaslaşma başladı. İşte bu
dallardan birisi de tarikat, tasavvuf denilen bir ekol meydana çıktı. Şöyle ki:
ekonomik şartlar genişledikçe insanların bazılarında ibadetlere karşı bir
gevşeme meydana geldi. Bu eksikliği gidermek için Kur’an-ı kerim ve sünnetin
ışığında tarikat (tasavvuf) denilen bir yol meydana çıktı.
Tarikatın bütün esasları, zaten Resulullah’ın
tatbikatına dayanmaktadır. Yani, uygulama vardır, fakat adı tarikat değildir.Tarikatın belli bir sistem içinde ortaya çıkması , hicri III. asra dayanır. Cüneyd-i Bağdadî, Bayezid-i Bistami gibi zatlar, tarîkatın ilk önderlerindendir. Daha sonraki dönemlerde gelen Şah-ı Nakşibend, Abdülkadir-i Geylanî, Mevlâna Celaleddin-i Rûmi, İmam-ı Rabbani gibi zatlar ise, tarîkatın en meşhur kahramanlarıdırlar.
Kur’an’da tarikat var mıdır? Var ise hangi ayettedir?
Evet
vardır. İşte ayetlerden bazıları:
رَبَّنَا وَابْعَثْ فٖيهِمْ رَسُولًا
مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ
وَيُزَكّٖيهِمْ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ
İbrahim aleyhisselam
şöyle dua etmişti: "Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder;
onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her
kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet
sahibisin."(Bakara/129)
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ
اِذْ بَعَثَ فٖيهِمْ رَسُولًا مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهٖ
وَيُزَكّٖيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَاِنْ كَانُوا مِنْ
قَبْلُ لَفٖى ضَلَالٍ مُبٖينٍ
Andolsun, Allah,
mü'minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp
tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle
büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde
idiler.(Ali İmran/164)
هُوَ الَّذٖى بَعَثَ فِى الْاُمِّيّٖنَ
رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِهٖ وَيُزَكّٖيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ
الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفٖى ضَلَالٍ مُبٖينٍ
O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine
âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten
bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık
içinde idiler.(Cum’a/2)
Bu
ayetlerde geçen “Kitap”, Hikmet” ve “Yüzekki” (tezkiye) kelimelerinin
anlamları: “Kitab”, Allah tarafından gönderiler kitaplar. (Tevrat, Zebur,
İncil, Kur’an ve diğer suhuflardır ki bunlarda ibadet, itikad, muamelat gibi
dinin bütün kuralları belirtilmiştir.
“Yüzekki”
(Tezkiye, arıtan, tertemiz yapan) kelimeleri ise iman sahibi bir müslümanı bilerek
ya da bilmeyerek işlediği hatalardan, günahlardan temizleyen, Allah yanında
kulun derecesini, itibarını daha çok yükselten bir yoldur.
Bunlara
hadislerden bir örnek vermek istersek:
عَنْ طَلْحَةَبْنِ عُبَيْدِاللهِ (ر.) اَنَّ
اَعْْرَابِيَّا جَاءَ اِلى رَسُولِ اللهِ (ص.) ثَائِرَالرّّأْسِ فَفَالَ: يَا
رَسُولَ الله اَخْبِرْنِى مَاذَافَرَضَ اللهُ عَلَيَّ مِنَ الصَّلاةِ؟ فَقَالَ:
اَلصَّلَوَاتُ الْخَمْسُ اِلاّاَنْ تَطَوَّعَ شَيْئًا. فَقَالَ: اَخْبِرْنِى
مَافَرَضَ اللهُ عَلَيَّ مِنَ الصِّيَامِ؟ فَقَالَ: شَهْرَ رَمَضَانَ اِلاّاَنْ
تَطَوَّعَ شَيْئًا. فَقَالَ: اَخْبِرْنِى مَافَرَضَ اللهُ عَلَيَّ مِنَ
الزَّكَاةِ؟ فَقَالَ: فَاَخْبَرَهُ رَسُول اللهِ (ص.) بِشَرَائِعِ الاسْلاَمِ.
فَقَالَ: وَالَّذِى اَكْرَمَكَ لاَاَتَطَوَّعُ شَيْئًا وَلاَاَنْقُصُ مِمَّا
فَرَضَ اللهُ عَلَيَّ شَيْئَا. فَقَالَ رَسُولُ اللهِ (ص) :اَفْلَحَ اِنْ صَدَقَ
اَوْ دَخَلَ الْجَنَّةَ اِنْ صَدَقَ.
Talha bin Ubeydullah (r.a.)
der ki:
Saçı başı darma dağınık
bir bedevî, Hz. Peygamberin huzuruna gelerek şöyle dedi:
- Ya Rasûlallah! Allah
bana ne kadar namaz kılmamı farz ettiğini söyler misiniz? Efendimiz buyurdular
ki:
- Beş (vakit) namazı.
Ancak fazla olarak nafile kılarsan ne âlâ.
- Oruçtan ne farz
ettiğini söyler misiniz?
- Ramazan ayı orucunu
tutmanı. Ancak nafile olarak tutarsan kendin bilirsin.
- Zekat olarak ne
vermemi farz etti? dedi. Rasûlullah da İslâm'ın emirlerini tek tek söyledi.
Sonra o adam şöyle dedi:
- Sana (Peygamberlik)
ikram eden zat'a yemin ederim ki, fazla olarak hiç nafile yapmam, Allah'ın
üzerime farz kıldığı şeylerden hiç birini de asla eksik yapmam. Bunun üzerine
Hz, Peygamber s.a.v. şöyle buyurdu:
“Eğer doğru söylüyorsa kurtuldu.” Veya "Doğru söylüyorsa cennete
girdi." (Buharî savm/ 1 Çağrı / İstanbul)
İşte bu hadiste
belirtilen farzları yerine getirmeye şeriat denir. Bu farzlardan başka
sünnetleri, müstehab namazları (Duha kuşluk namazı, evvabin namazı, teheccüd namazı
gibi) namazları kılmaya da Tarikat ya tasavvuf denir. Bu örnekler zekâtta da,
hacda da diğer zikir şükür gibi evrad da zikredilebilir.
Bu nafile ibadetleri
ilim sahibi bir mürşid-i kâmilin nezaretinde, bir disiplin altında yapmak
elbette daha güzeldir. Çünkü cahilin sofusu şeytanın maskarasıdır, denmiştir.
Yunus Emre bir mürşid-i
kâmile gitmenin zaruretini şöyle dile getirmiştir:
Bir kamil mürşide varmazsan olmaz.
Gel ey
kardeş, Hakkı bulayım dersen,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz,
Resulün cemalin göreyim dersen,
Bir kamil mürşide varmasan olmaz.
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz,
Resulün cemalin göreyim dersen,
Bir kamil mürşide varmasan olmaz.
Niceler
gittiler mürşid arayı,
Arayanlar buldu derde çareyi,
Bin kere okusan aktan karayı,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Arayanlar buldu derde çareyi,
Bin kere okusan aktan karayı,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Gel şimdi
kardeşler gidelim bile,
Nice âşıkların bağrını dele,
Cebrail delildir, Ahmed'e bile,
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.
Nice âşıkların bağrını dele,
Cebrail delildir, Ahmed'e bile,
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.
Kadılar
mollalar cümle geldiler,
Kitapların hep bir yere koydular.
Sen bu ilmi kimden aldın dediler.
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Kitapların hep bir yere koydular.
Sen bu ilmi kimden aldın dediler.
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
YUNUS EMRE
bunda mana var dedi,
Bir kâmil mürşide sen de var şimdi,
Hazret Musa'ya Hızır'a var dedi,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Bir kâmil mürşide sen de var şimdi,
Hazret Musa'ya Hızır'a var dedi,
Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.
Derviş kime denir?
Derviş, Allah Teâlâ'ya yakın olma yolunda çabalayan, güzel
ahlak sahibi bir mü'min olabilmek için maneviyat yoluna düşen insan demektir.
Derviş,
tasavvuf talebesi demektir. Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkarıp,
İslamiyet’e tam uyarak, gönlünü yalnız Allahü teâlâya bağlayan; güzel huylarla
süslenmiş kimse demektir.
Derviş
Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanar.
Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykuları kaçar, gözyaşları
dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz, her işinde
Allah’tan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak
için çırpınır. Her işinde sabreder ve affeder, her geçimsizlikte, sıkıntıda
kusuru kendinde görür. Her nefeste Allah’ı düşünür, gaflet ile yaşamaz,
kimseyle tartışmaz. Tartışmanın dostların dostluğunu azaltacağını, düşmanların
da düşmanlığını artıracağını bilir. Bir kalbi incitmekten korkar, kalbleri
Allahü teâlânın evi bilir.
Yunus Emre (kuddise sirruhû) şöyle der:
Dervişlik der ki bana, sen derviş olamazsın.
Gel ne diyeyim sana, sen
derviş olamazsın.
Derviş
bağrı taş gerek, gözü dolu yaş gerek,
Koyundan yavaş gerek, sen derviş
olamazsın.
Ele
geleni yersin, dile geleni dersin;
Böyle dervişlik dursun, sen
derviş olamazsın.
Mürşide
varmayınca, Ummana dalmayınca,
Hak nasip etmeyince, sen derviş
olamazsın.
Derviş
Yunus gel imdi, Ummanlara dal imdi,
Ummana dalmayınca, sen derviş olamazsın.
Sahte şeyhler var mıdır?
Elbette vardır. Yalancı peygamber, daha doğrusu peygamber olmadığı halde “Ben peygamberim”
diyen bir sürü yalancı olur da, “ben şeyhim” diyen yalancı şeyh niye olmasın!
Bu yalancılar, sahtekârlar var diye İslam dinine hizmet etmiş bir müesseseyi
kapatmak mı gerekir? Birkaç örnek veriyorum:
Zaman zaman hastasına tecavüz eden bir doktorun
haberini medyadan dinliyoruz. Bir doktor bu şenaati yaptı diye Tıp
fakültelerini kapatmak mı gerekir?
Bir müteahhit sahtekarlık yapıp çürük bina, köprü vb.
yaptı diye Mühendislik okullarını kapatmak mı gerekir?
Bir öğretmen öğrencisine tecavüz etti diye öğretmen
okullarını kapatmak mı gerekir.
Senelerce kâr üstüne kâr katan bir fabrikaya yeni
gelen bir genel müdür fabrikayı iflasın eşiğine getirirse, fabrikayı kapatmak
mı gerekir yoksa o müdürü değiştirmek mi? ne dersiniz?
Bu örnekleri
istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.
Bizleri yaratan rabbimiz bu tip insanlara nasıl
muamele yapılacağını ayetlerle ya da Sevgili Peygamberimiz Sallallahü aleyhi ve
sellem hadisleri ile hem de uygulayarak açıklamıştır. Öyle olunca İslam dinine
bunca hizmetleri olmuş bir müesseseyi kapatma yerine büyük İslam âlimleri bir
komisyon oluşturarak: “Falan ile filan kişiler gerçek mürşid değildir,
söylediği sözler, yaptığı hareketler İslam dinine aykırıdır” derler ve o
sahtelerin dergâhları, tekkeleri kapatılır. Aklın gereği bu değil midir?
Gerçek mürşidlerden birkaç tane örnek sunuyorum:
Hacı Bayram-ı Veli (1325-1403)
İsmi
Numan bin Ahmet, lakabı Hacı Bayram’dır. 1352 de Ankara’nın Çubuk çayı
üzerindeki Zülfadl (Solfasol) köyünde doğdu. Küçük yaşından itibaren ilim
tahsiline başladı. Ankara ve Bursa’da bulunan âlimlerin derslerine katılarak;
tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, matematik, astronomi, felsefe, Arapça, Farsça,
edebiyat gibi dersleri okudu ve icazet aldı. Dînî ilimlerin yanı sıra müsbet
ilimleri de okuyarak talebeliğe ilk başladığı Kara Medrese’ye müderris[1] oldu. Kara Medresede Müderrislik
görevini sürdürmekte olan Numan’ın talebe yetiştirmedeki mahareti ve ilmî
tartışmalardaki ünü kısa zamanda etrafa yayıldı. Bunu duyan Ebû Hamîdüddin
(Somuncu Baba) hazretleri onu Kayseri’ye davet etti. Bayram günü Kayseri’ye
varınca Şeyh Ebû Hamîdüddin: “Bu gün iki bayramı birden yaşıyoruz, senin
adın da bundan böyle Bayram olsun” diyerek Müderris Numan Efendi'nin adını
“Bayram” olarak değiştirip, onu bu şekilde onurlandırdı.
Hocası
Şeyh Hamidüddin ile hacca gitti. Hac dönüşü hocasıyla birlikte Aksaray’a
yerleşti. Hocasının vefatından sonra Ankara’ya geri döndü ve “Bayramiye
Tarikatı”nı kurdu. Hacı Bayram Veli’nin bilgisi ve güven veren yönünden dolayı,
Eşrefoğlu Rûmi, Akşemseddin-i Veli, Bıçakçı Ömer Sekînî, Uzun Selahaddin,
Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcan ve Mehmed-i Bîcan gibi zatlar etrafında toplandı.
Anadolu’nun manevî yapısının şekillenmesinde büyük katkıları olan Hacı Bayram-ı
Veli 1430 yılında Ankara’da vefat etti. Türbesi, kendi adıyla anılan Hacı
Bayram Camiinin bitişiğindedir.[2]
Her gün binlerce kişi tarafından ruhuna Fatihalar okunmaktadır.
Hacı
Bayram-ı Veli’nin bir kerameti:
Padişah
İkinci Murat Hacı Bayram Veli’yi çok sever ve zaman zaman onu ziyaret ederdi.
Bir defasında: “Efendim! İstanbul’u alıp, kâfir diyarını İslam’ın nuru ile
nurlandırarak, çan sesleri yerine ezan seslerinin yükselmesini arzu ederim. Bu
hususta dualarınızı beklerim” deyince Hacı Bayram-ı Veli: Allahü Teâlâ ömrünüzü
ve devletinizi ziyade etsin. Yalnız İstanbul’un alındığını ne sen, ne de ben
görebileceğiz”. (Bir köşede oynayan Fatih ile, kapıda hizmet için bekleyen
Akşemseddin’i göstererek) Ama şu çocukla bizim köse görürler” dedi. Ve dediği
gibi de oldu.
İstanbul’un Fatih Sultan Mehmed’in hocası Ak Şemseddin
gibi bir zat-ı muhterem ki, mikrobun varlığını ilk defa, Fransız Dr. Fracastor’dan yaklaşık yüz
sene önce o keşfetmiş: “Hastalıkları yapan çok küçük canlı varlıklardır. Ancak
şu anda onları görmemiz mümkün olmamaktadır” diyen Allah dostunu
yetiştirmiştir. Bu zatları çöpe atabilir misiniz?
Hazreti Mevlânâ
(Doğ:30 Eylül 1207( 6 Rebîul’evvel 604), öl: 17 Aralık1273)
Mevlâna,
dünyaca ünlü büyük mütefekkir (düşünür) ve tasavvuf bilginidir. Türkistan’ın
Amuderya ırmağı yakınında Belh şehrinde 1207 yılında dünyaya gelmiştir. O
zamanlar oraları Hindistan'dı ve Hindistan büyük bir Türk imparatorluğu idi. Ve
adı "Babür Şahlığı" idi. Çeşitli nedenlerle Anadolu’ya göç eden
babası Bahaeddin Veled, İran, Bağdat, Hicaz, Mekke ve Şam yoluyla ilk olarak bu
günkü adı Karaman olan Lârende’ye, sonra da Selçuklu Sultanı Alâeddin
Keykubat’ın daveti üzerine, 1228’de Konya’ya yerleşmiştir. Asıl adı Celaleddin
olan Mevlânâ’ya; yaşadığı dönemde Anadolu’ya Rumeli denmesi sebebiyle “Rûmî”
sıfatı verilmiş ve Mevlânâ Celaleddin Rûmî diye anılmıştır.
Hz. Mevlânâ’nın insan sevgisi:
Gel,
gel. Ne olursan ol yine gel.
İster
kafir, ister Mecûsi, ister puta tapan ol yine gel.
Bizim
dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere
tövbeni bozmuş olsan da yine gel.
Nasihati:
Şefkat
ü merhamette güneş gibi ol
Başkalarının
kusurunu örtmekte gece gibi ol.
Sehavet
ü cömertlikte akar su gibi ol.
Hiddet
ü asabiyette ölü gibi ol.
Tevazu
u mahviyette toprak gibi ol.
Olduğun
gibi görün, göründüğün gibi ol. Diyen ve
yüz yıllardır eşiğini doğunun batının insanlarına öptüren Hazreti Mevlânâ çöpe
atılacak birisi midir?
Cihan
Pâdişahlarına Yön Veren Eşsiz Bir Mâneviyat Sultânı
AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ
Aziz
Mahmud Hüdayi, Anadolu’da yetişen büyük velîlerden olup, Halvetiyye tarikatının
kolu Celvetiyye tarikatının kurucusudur.
Asıl adı Mahmûd’dur. “Hüdâyî”
ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Koçhisar’da
doğmuş, çocukluğu Sivrihisar’da geçmiştir.
O, bir asra yakın ömür sürmüş ve
sekiz pâdişah devrini idrâk etmiş bir gönül sultânıdır. Asrında, gerek
eserleri, gerekse sohbet, irşad, vaaz ve nasihatleri ile ümmet için bir feyiz
kaynağı olmuştur.
Hüdâyî
Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsili yanında tasavvufî bir
alâka ile gönül âlemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle
de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde’nin
muîdi olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık
vazifelerinde bulundu.
Bir gün karşısına o güne kadar
hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dâvâ çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar
akıtan bir kadıncağız, kocasından şikâyetle mahkemeye mürâcaat etmişti.
Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd’a şunları söyledi:
–Kadı Efendi!
Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı
gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hattâ: «–Eğer bu sene hacca
gidemezsem seni boşayacağım!» dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın
ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip
geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı
adamdan boşanmak istiyorum!..”
Kadı Mahmûd
Efendi, yapılan şikâyetin tahkîki için kadının kocasını çağırttı ve ona
hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevâben:
–Kadı Efendi!
Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben
gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde bâzı
Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım
hediyeler emânet ettim…
dedi.
Kadı Mahmûd Efendi
şaşırdı: “Bu nasıl olur efendi?!.” diye sordu.
Adamcağız da anlatmaya başladı:
Adamcağız da anlatmaya başladı:
“–Efendim, her
sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici
Mehmed Dede’ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi.
Gözümü açtığımda ise Kâbe’deydim!..”
dedi.
Böyle bir
hâdiseye ilk defa şâhid olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek
adamın ifâdelerini kabul etmedi.
Bunun üzerine
hâlâ mukaddes topraklardaki rûhâniyet ve mâneviyat iklîminin taze hissiyâtı
içinde olan adamcağız, saf, fakat mânidar bir cevapla haykırdı:
“–Kadı efendi!
Allah Teâlâ’nın düşmanı olan şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah
dostu olan has bir kul, niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin?” dedi.
Kadı Mahmûd
Efendi de, bu cevabı gâyet mânidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne
tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de yaptığı tahkîkat neticesinde meseleyi
olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde dâvâyı iptal
etmek zorunda kaldı ve böylece boşanma hadisesi olmadı.
Birçok kerametlerinden
bahsedilir:
Bir gün sultan 1. Ahmed Han
rüyasında “Avusturya kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere
düştüğünü” görmüştü. Zahiren bakıldığında rüya çok korkunç idi. Sabahleyin
derhal huzura getirilen rüya tabircilerinden hiç biri bu rüyayı, padişahı
tatmin edecek bir şekilde tabir edemediler. Nihayet Aziz Mahmud Hüdayî
hazretleri saraya davet edildi ve rüyanın tabiri rica edildi: O şöyle buyurdu:
“Allahü Teâlâ insan vücudunda arkayı, cansız varlaklarda ise toprağı en
kuvvetli olarak yaratmıştır. İnsan ile toprağın birbirine değmesi bu iki
kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece padişahımızın arka üstü yere
yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyle bu rüyadan, İslamın
temsilcisi olan padişahımızın küffara karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.”
Padişah bu tabiri çok beğendi ve ona bin altın hediye gönderdi.
O sıralarda Aziz Mahmud
Hazretleri kadılığı bırakmış üsküdardaki dergahında, kendini insanlara irşada
adamıştı. Yani hiçbir yerden maaş almıyordu. Tam bu sırada Aziz Mahmud Hüdayî
hazretlerinin hanımının doğumu yaklaşmıştı. Fakir oldukları için doğacak
çocuğun ihtiyaçlarını alamamışlardı. Bu sebeple hanımı: “Kadılığı bıraktın,
medrese hocalığını terk ettin… elindeki malını mülkünü ona buna vererek
harcadın; dünyaya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile yok…” diyerek
üzülüyordu.
Onlar bu halde iken kapı çalındı.
Aziz Mahmud Hüdayî kapıyı açmaya giderken hanımına: Hatun, Allahü Teâlâ
istediğin dünyalığı gönderdi” dedi. Kapıyı açtığında Sultan Ahmed Han’ın
hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak hanımına teslim
etti. Ertesi gün padişah kendisi gelerek elini öptü ve talebesi oldu.
Allah dostları saymakla bitmez
onlardan bir kaçını yunus Emre şöyle dile getirmiş:
Hor bakma
sen toprağa, toprakta kimler yatur
Hani bunca
evliya, yüz bin Peygamber yatur
Arkasiyle
kum çeken, göz yaşıyla yoğuran
Kâbe’ye
temel kuran, Halil İbrahim yatur
Ol Allahın
habibi , dertlilerin tabibi
Enbiyalar
serveri, Resul Muhammed yatur
İğnesin suya
atan, balıklara getirten
Tacın tahtın
terk eden, İbrahim Edhem yatur
Gündüzler
saim olan, geceler kaim olan
Ariflerin
sultanı, Bâyezid Bestam yatur
Hakikat erenleri,
geçti dünyadan, her biri
Konya’da ol
Mevlana Hüdevandigar yatur
Çoktur
Hakkın has kulları, zikr eylesen hep bunları
Saysam sana
erenleri, görsen ne sultanlar yatur
Yunus sen de
ölürsün, kara yere girersin
Mürşidlerin ulusu Tabduk-ı sultan yatur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder