30 Kasım 2020 Pazartesi

İmam Şâfiîden (ve herkesten) istenen 8 şey

Rabbimiz Yüce Allah, varlıkları çeşit çeşit yaratmış ve bir kısmını diğer kısmından üstün ve farklı yaratmıştır. Mesela: toprak ve su cansızdır. Bitkiler ve ağaçlar, sabit duran canlılardır. Onların bir üstünde yürüyen canlılar, hayvanlar vardır. Hayvanlarda nefis var ama akıl yoktur. Akıl olmadığı için de ibadet, haram, helal gibi konular onları ilgilendirmez. Onlar sevk-i tabiî (içgüdü) vergisi ile yaşamlarını sürdürürler. Mesela: bal arısı bal yapar ama niçin yaptığını bilmez. Yaptığı balı kovanından alırsın, o küsüp gitmez gene bal yapar…

Bunların üstünde bir varlık da melekler vardır ki onlarda da akıl var, nefis yoktur. Bunu için onlar asla günah işlemezler.

Hayvanlar ile melekler arasında bir yaratık da insandır. İnsanda hem akıl var, hem de nefis. Dolayısıyla insan eğer nefsin idaresini akılın eline verirse, meleklerden daha kıymetli olur. Yok eğer, akılın idaresini nefsin eline verirse o zaman hayvanlardan da aşağı olur.

Bunun için akıllı insan kendisini daima hesaba çeken ve yarın (ahiret) için hazırlık yapandır.

Bu konuda büyük müctehid İmam Şafii (r.a.) bize bir örnektir:

 İmam Şafiî bir gün sabah namazından sonra evine dönerken, ilmiyle amel ederek derin tefekkür içinde yürüdüğünü gören biri yaklaşıp sordu:

- Efendi hazretleri! Derin düşünce içinde yürüyorsunuz gibi geliyor bana. Bir sıkıntınız mı var?

 - Evet, dedi imam. Her sabah eve dönerken benden istenenleri düşünüyorum da, o sebepten dalgın yürüyorum. 

- Her sabah sizden kimler, ne istiyorlar? İmam bunları şöyle sıralar:

- Rabbim, benden farzlarını istiyor. Ailem benden helal nafaka istiyor. İmanım ve aklım benden kendilerine uymamı istiyor. Nefsim ve şeytanım kendilerine uymamı istiyor. Yanımda bulunan kiramen kâtibîn melekleri ise hep sevap yazdırmamı istiyor. Yeni başladığım bu gün, bir gün daha yaşlandığımı düşünmemi istiyor. Azrail de kendisine bir gün daha yaklaştığımı hatırlamamı istiyor. İşte ben her sabah bu istenenleri düşünerek yürüyorum evime doğru. Dalgın yürüyüşüm bundandır.

Bu defa düşünme sırası soru sahibine gelir:

- Ya imam! Bunlar sadece sana mı soruluyor; yoksa bana da soruluyor mu? Hazreti İmam tebessüm ederek cevap verir:

- Onu senin irfanın bilir. Ben kendime her sabah böyle sorular sorulduğunu hissediyorum.   Adam beklemeden cevap verir:

-Evet ya İmam, der. Bu sorular bana da, hatta her sabah günlük hayatına başlayan herkese de sorulan sorulardır. Ama biz bunları düşünmüyorsak, bize sorulmayışından değil, bizim gafletimizdendir…  

29 Kasım 2020 Pazar

 

Çanlar kimin için çalıyor?

BEKİR HAZAR 

25 Nisan 2014, Cuma            

Gıyaseddin Emre... Üç dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekili olarak görev yaptı. 27 Mayıs darbesinde Demokrat Parti milletvekili olarak yargılandı, 2.5 yıl hapis yattı. O ezanın değiştirildiği, tam 18 yıl "Tanrı Uludur" diye okunduğu dönemlere tanıklık etmiş bir milletvekiliydi. Kur'an-ı Kerim okunmanın yasak olduğu dönemlerde genç bir delikanlıydı. "Kur'an-ı Kerim yetersiz" diyorlardı o günlerde. Birileri çıkıp "Kur'an-ı kerim ıslah edilmeli" diyordu. Allah'ın gönderdiği kutsal kitabı yetersiz buluyorlar ve "ISLAH" edilmeli diyorlardı haşa. Böylesine bir garabet bir dönem vardı ortada. İnönü'nün CHP'si inançlara zulmediyordu o günlerde.

Milletvekili Gıyaseddin Emre işte o zulmün yaşandığı dönemlerdeki olaylardan sadece birini paylaşıyordu bizlerle. Milletvekilimiz Ganiçok köyünde doğmuştu. O köye bir gün Jandarma girdi. Başlarındaki onbaşı köyün ileri gelenlerinden Halid Ağa'nın evine girdi çamurlu postallarıyla. Sedire uzandı ve ayaklarını pencerenin genişliğinde bulunan kitapların üzerine uzattı. Çamurlu postallarına kitaplar destek oluyordu.

Halid Ağa yerinden kalkıp, en üstteki kitabı yavaşça çekip aldı. Sonra Jandarma onbaşının ayaklarını tekrar geride kalan kitapların üzerine koydu. Jandarma onbaşı "Ne yapıyorsun?" diye bağırdı. Halid Ağa "Postallarını üzerine koyduğun kitap Kur'an-ı Kerim'di, onu aldım efendim" dedi. Yerinden kalkan jandarma onbaşı elinden Kur'an-ı Kerim'i aldı, yere atıp "Hala bu çöl kitabını mı okuyorsunuz" diye bağırdı. Postalları ile Kur'an-ı Kerim'i çiğnedi.

Milletvekili Gıyaseddin Emre doğduğu köyde yaşanan bu olayın devamını şöyle anlatıyor; "Halid Ağa yan odaya geçip silahını aldı, geri dönüp onbaşı ve yanındaki bir askeri vurdu. Bir anda bütün bölgeye bu İSYAN diye propaganda yapıldı. Ardından köye yüzlerce jandarma baskın yaptı. Halid Ağa ve yakınlarını, akrabalarını meydana topladılar. O gün tam 131kişi çoluk-çocuk demeden kurşuna dizilerek öldürüldü."

Evet bir imparatorluğu parçalayan akıl, bu ülkede kendini kendine tarihine, ecdadına, inançlarına düşman ederek içeride daima birbiriyle kavga eden bir toplum'a dönüştürdü.
İçerideki çatışma, parçalanmış bir imparatorluğun torunlarına yüzünü dışarıya döndürmeyi yasak etti. İçerideki kavgalardan dolayı dışarıya ayıracak zamanımız yıllarca HİÇ olmadı.

Bakın taa 1534 senesinde Viyana'da Aziz Stephan Katedrali'nde ilginç bir uygulamaya geçildi. Bu katedrale dolgun bir maaşla memur atandı. O memurun tek görevi vardı. Katedralin en üstündeki kuleye çıkacak ve ufka bakacaktı. Eğer uzaklarda Türk Akıncıları görülürse çan'ı çalıp "türkler geliyor" diye şehri uyandıracaktı. Tam 422 yıl o uygulama sürdü. 1956 yılına kadar sürekli "Türkler Geliyor" diye bağıracak bir çancıbaşı memur o katedralde hazır bulundu. Ancak 1956'da bu önemli istihdama son verdiler. Çünkü artık TÜRK tehlikesi kalmamıştı. Zira Türklerin dışarıya çıkacak mecali yoktu ve birbiriyle savaşıyordu. Artık Türklerde yeni bir dönem başlıyordu. kendi başbakanlarını asma dönemiydi bunun adı. Çanlar içeride Türkler için çalıyordu. Ve ipin ucu dışarıda da olsa asanlar da, çanı çalanlar da Türklerdi.

Yıllardır birileri nakış gibi işlemiş ve başarmıştı.

21 Kasım 2020 Cumartesi

Aşı reddi nereden kaynaklanıyor?

27 Nisan 2019, Yeni Akit gazetesi 2. Sayfa) Prof. Dr. Sefa saygılı'nın makalesini önemine binaen okuyucularıma sunuyorum:

Aslında bu konuyu yazmayacaktım. Ancak dünkü Hürriyet Gazetesi’nin manşetini görünce yazmaya karar verdim. “Onları ikna etmeliyiz” başlığı ile verilen habere göre;  aşı reddi nedeniyle ölümcül çocuk hastalıkları yaygınlaşınca UNICEF harekete geçmiş. Çocukları aşılatmak için kampanya açılmış. 2017 yılında 1,5 milyon çocuk aşı olmadıkları için hayatlarını kaybetmiş.

Çocuklarına aşı yaptırmayan ebeveynlerin sayısı artıyormuş. 28 Mayıs 2018 tarihli haber sitelerinde yer alan yeni bir araştırma, Amerika’da aşıyı reddetme eğiliminin hızla yayıldığını gösteriyormuş. Yine 15.01. 2019 tarihli haberturk.com sitesindeki haberde ise aşı reddinin 6 yılda 130 kat arttığı vurgulanmış.

En başta kesinlikle aşıya karşı olmadığımı, aksine soranlara aşılanmayı tavsiye ettiğimi belirtmeliyim. Ancak son yıllarda çocuklarını aşılatmayan, aşılara karşı çıkan insanların sayısında artmalar olduğunu medyadan izliyoruz. 

Bazı art niyetli yayın organlarının geleneksel kesimleri ve bilhassa dindarları aşı reddi ile suçladıkları dikkatlerden kaçmıyor.

Bakıyorum internette açıktan aşı düşmanlığı yapanlara pek rastlanmıyor. Peki, bu aşı karşıtı düşünceler nereden kaynaklanıyor? İşte elimdeki bir kitap, bu aşı düşmanlığı fikrini açıkça savunuyor ve bu yanlış fikrin kitlelere yayılmasını halen de sağlamakta…

Sözünü ettiğimiz ‘Bir Daha Asla Hastalanmayın’ adlı kitabı Raymond Francis ve Kester Cotton yazmış. Türkçeye çevrilerek 2011 yılında Butik Yayıncılık tarafından yayınlanmış.

“Her sene binlerce kitap çıkıyor, sözünü ettiğiniz kitabın farkına kim varacak?” diye düşünenler çıkabilir. Ancak bu kitabı geçen yıl Hürriyet Gazetesi’nin okuyucularına 19 kupon karşılığı bedava vermek suretiyle binlerce kişiye yayılmasını ve okunmasını sağladığını gözlemliyoruz.

Gerçekten ‘Bir Daha Hastalanmayın’ sağlığımızı koruyucu oldukça etkili ve gerekli tavsiyelere yer verilmiş. Ancak kitabın 353. ile 358. sayfalar arası umulmadık bir şekilde aşı karşıtlığına ayrılmış. Üstelik öyle inandırıcı argümanlarla konu işlenmiş ki bu satırları okuyanların aşıya karşı olacakları aşikârdır.

Şimdi bu kitabın aşı ile ilgili bölümünden bazı alıntılar yaparak yazarların aşı hakkında ne düşündüklerini aktarmak istiyorum:

“*Hücreleriniz sağlıklıysa, sağlıklı olma olasılığınız daha yüksektir; aşılar sağlığınıza zarar verir. Hatta modern tıbbın kitlesel aşı uygulaması, sağlığa verdiği zararlar açısından X ışınları ve antibiyotiklere rakip olabilir. Hiçbir aşı üzerinde güvenilir bir çalışma yapılmamıştır ve bulgular, aşıların hem etkisiz hem de zararlı olduklarını göstermektedir. Buna rağmen bireyler, kendi rızaları dışında, hastalıkları, hatta ölümü göze almaya mecbur edilirler.

*2000 yılının Ekim ayında, Amerikan Doktor ve Cerrahları Birliği’nin (AAPS) yıllık toplantısında, devletin manda altına aldığı tüm aşılara son verme kararı alındı. Daha şaşırtıcı olan, bu kararın tek bir red oyu almadan kabul edilmiş olmasıydı. AAPS’ın yönetici direktörü Dr. Jane Orient şu açıklamayı yaptı: “Çocuklarımız, gerekli olmayan ve sınırlı faydaları olan aşılardan ötürü, ölüm veya uzun vadede ciddi etkiler yaşama olasılığıyla karşı karşıyalar.”

*Bizi tehlikelerinden haberdar etmeyerek ve bize aksini seçme şansı vermeyerek, manda altına alınan aşılar, insanlığa karşı büyük bir suç olmuştur.

*Enfeksiyon hastalıklarındaki düşüş, aşılarla ilgili değildir ve aşılardan önce başlamıştır. Ayrıca belirli hastalıklara karşı aşı uygulaması yapmayan ülkelerde de benzer azalmalar yaşanmıştır.

*Aşıların etkinliğini kanıtlayan araştırmalar bulmak zordur. Etkinliği kanıtlamak için, aşılanmış gruplarla aşılanmamış gruplara dair araştırmaları analiz etmemiz gerekir. Böyle çok az araştırma yapıldı; onlar da aşıların etkisiz olduklarını gösterdi.

*Aşılar etkisiz olmakla kalmaz, aynı zamanda zararlı da olabilirler. Bağışıklık kazandırma konusunda uzman olan, 1993 yılında yayınlanan Vaccination (Aşılama) adlı kitabın yazarı Dr. Vieara Scheibner şöyle yazdı: “Bağışıklık kazandırma … enfeksiyonlu hastalıkları önleme konusunda başarısız olmanın yanı sıra, tüm tıbbi müdahale tarihinde, diğer tüm insan aktivitelerinden daha çok hastalığa ve ölüme sebep oldu.” Bağışıklık kazandırma üzerine dünyanın en büyük veri koleksiyonunu araştırmış ve toplamış olan Dr. Scheibner şu sonuca vardı: “Herhangi bir aşı türünün –özellikle de çocukluk hastalıklarına karşı yapılanların- önlemeleri gereken enfeksiyonlu hastalıkları önlediklerine dair hiçbir kanıt yoktur… Yüz yıl süren geleneksel araştırmalar, aşıların bağışıklık sistemi üzerinde tıbbi bir saldırı gerçekleştirdiklerini gösteriyor.”

*Her nesil daha çok aşıya maruz kalır ve sonuç olarak daha çok bağışıklık sistemi bozukluğu hastalığıyla mücadele eder.”

Evet, Hürriyet Gazetesi’nin okuyucularına kupon karşılığı bedava vererek binlerce eve yaydığı ve halen okunan bu kitabın aşı konusunda söylediklerinin bir kısmı bunlar. Kitabın ilerleyen bölümünde genel anlamda tüm aşılarda bulunan yabancı proteinlerin, bağışıklık sisteminde hasara yol açtığını; aşıların insan vücuduna asla enjekte edilmemesi gereken çeşitli maddeler (tavuk, fare, buzağı ve maymunlardan gelen yabancı proteinler ve tehlikeli virüslerle) dolu toksik (zehirleyici) karışımlar olduğu belirtilmiş.

Şimdi soruyorum, bu satırları okuyanlar çocuklarına aşı yaptırırlar mı? 

Annenin bedduası ve Cüreyc kıssası

Anne insanlara Yüce mevlamızın lütfettiği en büyük nimetlerden biridir. Bu sözün ne anlama geldiğini anlamak isteyenler, annesini küçük yaşta kaybetmiş olan yetimlere bir soruversinler.

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Beşikte sadece üç kişi konuştu. Bunlardan biri Meryem’in oğlu Hz. Îsâ, diğeri Cüreyc ile macerası olan çocuktur.

Cüreyc ibadete düşkün bir kimseydi. Bir mâbede yerleşip orada ibadet etmeye başladı. Birgün annesi geldi:

- Cüreyc! diye seslendi.

Cüreyc kendi kendine: “Yâ Rabbî anneme cevap mı versem, yoksa namazıma devam mı etsem” diye söylendi. Sonra namazına devam etti. Annesi de dönüp gitti.

Ertesi gün annesi yine Cüreyc namaz kılarken geldi ve:

- Cüreyc! diye seslendi.

Cüreyc yine kendi kendine: “Rabbim! Anneme mi cevap vermeliyim, yoksa namazıma mı devam etmeliyim” diye söylendi. Sonra namazına devam etti. Birgün sonra annesi yine Cüreyc namaz kılarken geldi ve:

- Cüreyc! diye seslendi.

Cüreyc içinden: “Rabbim! Anneme cevap mı versem, yoksa namazıma devam mı etsem” diye söylendi. Sonra da namazına devam etti.

Bunun üzerine annesi:

- Allahım! Fâhişelerin yüzüne bakmadan onun canını alma! diye beddua etti.

Birgün İsrailoğulları Cüreyc ve ibadete düşkünlüğü hakkında konuşuyorlardı. Güzelliği ile meşhur bir fâhişe de oradaydı:

- Eğer isterseniz ben onu baştan çıkarabilirim, dedi. Vakit kaybetmeden Cüreyc’in yanına gitti. Fakat Cüreyc onun yüzüne bile bakmadı.

Cüreyc’in ibadethânesinde yatıp kalkan bir çoban vardı. Kadın onunla ilişki kurarak çobandan hâmile kaldı. Çocuğunu dünyaya getirince, onun Cüreyc’den olduğunu ileri sürdü. Bunu duyan halk Cüreyc’in yanına gelerek onu alaşağı ettiler ve ibadethânesini yıkarak kendisini dövmeye başladılar. Cüreyc:

- Niçin böyle davranıyorsunuz? diye sorunca:

- Sen bu fâhişe ile zina etmişsin ve senin çocuğunu doğurmuş, dediler. Cüreyc:

- Çocuk nerede? diye sordu. Çocuğu alıp ona getirdiler. Cüreyc: “Yakamı bırakın da namaz kılayım” dedi. Namazını kılıp bitirince çocuğun yanına geldi ve karnına dokundu: “Söyle çocuk! Baban kim?” diye sordu.

Çocuk:

- Babam falan çobandır, diye cevap verdi.

Bunu gören halk Cüreyc’in ellerine kapanarak öpmeye ve ellerini onun vücuduna sürerek af dilemeye başladılar:

- Sana altın bir mâbed yapacağız, dediler. Cüreyc:

- Hayır, eskiden olduğu gibi yine kerpiçten yapın, dedi. Ona kerpiçten bir mâbed yaptılar.

Açıklamalar

Cüreyc kıssası ibretlerle doludur.

Hz. Îsâ’dan sonra yaşayan Cüreyc’in zamanında insanların çoğu, Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde bir hayat sürmüyordu. Bazı rivayetlerden ticaretle uğraştığını öğrendiğimiz Cüreyc, hayatın düzensizliğini görerek daha kârlı bir ticaret yapmak istedi. İnsanların yaşadığı bölgeden uzak bir yere bir manastır yaparak orada ibadete başladı. Arada bir ziyaretine gelen annesiyle konuşuyor, onun gönlünü hoş tutmaya çalışıyordu. Fakat annesi üst üste üç defa onun ibadet saatinde geldi. Cüreyc de Allah’ın huzurundan ayrılmanın uygun olmayacağı düşüncesiyle ibadetini kesmedi. Bu durumu bilmeyen annesi, Cüreyc’in artık kendisine değer vermediğini zannederek ona beddua etti. Fakat bedduasını son derecede şefkatli ve ölçülü bir şekilde yaptı. Oğlunun zina suçu işlemesini bile istemedi. Sadece fâhişelerin yüzünü görmesini diledi. Bedduası da tuttu. Demek ki Cüreyc, annesi seslendiği zaman farz değil, nâfile ibadet ediyordu. Bu sebeple ibadetini kesmeli ve ona cevap vermeliydi. Böyle yapmamakla hata etti.

Namaz kılan bir kimseyi anne veya babası yanına çağırırsa, nasıl davranması gerekir?

Farz namaz kılınıyorsa anne ve babaya cevap verilmez. Kılınan namaz farz değilse, kendilerine cevap verilmediği takdirde anne veya baba da gücenecekse, namazı kesip onlara cevap vermek uygun olur. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğunun görüşü böyledir. Bazı âlimler namazın farz veya nâfile olmasına bakmadan, anne veya baba seslendiği vakit, onları gücendirmemek için namazın bozulması gerektiğini söylemişlerdir. Yani o anda selam vererek namazdan çıkar, o namazı tekrar kılar.

İnsanoğlu Allah Teâlâ’ya Cüreyc gibi gönül bağlarsa, Cenâb-ı Hak ona yardımcı olur. Aleyhinde hazırlanan tuzakları bozar. Hatta onun eliyle kerâmetler bile gösterir. Konuşması âdet olmadığı hâlde bir çocuğu konuşturarak, samimi kulunu sıkıntılardan kurtarır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Anne ve babaya itaat, evlâdın en önemli görevidir. Üstelik bu Allah’ın emri olduğu için farzdır.

2. Kılınan namaz farz olmamak şartıyla, anne veya baba çağırdığı zaman, namazı bozup onlara cevap vermelidir.

3. Anne ve baba evlâdına beddua etmek zorunda kaldığında, Cüreyc’in annesi gibi ölçülü davranmalıdır.

4. İnsanın özü doğru olursa, aleyhinde kurulacak tuzaklar ona zarar vermez. Böyle kimseler hayatta yalnız olduklarını düşünmemeli, arkalarında Allah Teâlâ’nın bulunduğunu bilmelidir.

5. Cenâb-ı Hak dilediği zaman veli kullarının kerâmet göstermesine izin verir.

6. Anneler yavrularını kendilerine tercih ederler. Onların her iyi şeye sahip olmasını isterler.

alıntı

 

20 Kasım 2020 Cuma

Allah üç kişinin yüzüne bakmaz.

« ثَلاثَةٌ لاَ يُكَلِّمُهُمُ اللَّه يَوْمَ الْقِيَامةِ وَلاَ ينْظُرُ إلَيْهِمْ وَلا يُزَكِّيهِمْ ولَهُمْ عذابٌ ألِيمٌ : رجُلٌ علَى فَضْلِ ماءٍ بِالْفَلاةِ يمْنَعُهُ مِن ابْنِ السَّبِيلِ ، ورَجُلٌ بَايَع رجُلاً سِلْعَةً بعْد الْعَضْرِ ، فَحَلَفَ بِاللَّهِ لأخَذَهَا بكَذَا وَكَذا ، فَصَدَّقَهُ وَهُوَ عَلى غيْرِ ذَلِكَ ، ورَجُلٌ بَايع إمَاماً لا يُبايِعُهُ إلاَّ لِدُنيَا ، فَإنْ أعْطَاهُ مِنْهَا وفي ، وإنْ لَم يُعْطِهِ مِنْهَا لَمْ يَفِ » متفقٌ عليه .

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah Teâlâ kıyamet gününde üç kişiyle konuşmaz, yüzlerine bakmaz ve kendilerini temize çıkarmaz; onlar için acıklı azâb vardır:

Biri, yolculuk sırasında ihtiyacından fazla suyu olup da onu öteki yolculardan esirgeyen kimse.

Diğeri, ticaret malını ikindiden sonra satarken, onu şu kadar fiyata aldım diye yemin eden, gerçek hiç de öyle olmadığı halde müşteri kendine inanan kimse.

Öteki de, bir devlet başkanına dünyalık hatırına biat sözü veren, kendisine para pul verirse sözünde duran, vermezse sözünden cayan kimsedir.” (Buhârî, Müsâkât 10, Müslim, Îmân 171)

Açıklamalar

Hadisimizde üç bahtsız insandan söz edilmektedir. Bunların bahtsızlığı şuradan gelmektedir:

* Allah Teâlâ kıyamet gününde onlara değer vermeyecek, kendilerinden hoşnut olduğunu gösteren yumuşak bir üslûpla konuşmayacak, belki de kendilerine yüz vermeyecektir.

* Yüzlerine merhametle bakmayacaktır.

* Kendilerini günah kirinden arındırıp temize çıkarmayacak, iyiliklerini dile getirip anmayacaktır.

* Onları acıklı bir azâba uğratacaktır.

Bir mü’minin şu dünyadaki asıl hedefi Cenâb-ı Hakk’ı kendinden memnun etmek, O’nun rızâsını kazanmak, merhametini elde etmek, lutfu keremiyle günahlarını bağışlatıp cennete ve cemâlullaha kavuşmak, diğer bir ifadeyle cehennemin acıklı azabından kurtulmaktır. Bunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekir. Efendimiz’in bu ifadeleri şu âyet-i kerimeden alınmıştır:

~~3.77~
اِنَّ الَّذٖينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّٰهِ وَاَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَلٖيلًا اُولٰئِكَ لَا خَلَاقَ لَهُمْ فِى الْاٰخِرَةِ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ وَلَا يَنْظُرُ اِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَلَا يُزَكّٖيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلٖيمٌ

 “Allah’a verdikleri sözü, ettikleri yemini az bir bedelle değiştirenlere gelince, onların âhirette bir nasibi olmayacaktır, Allah kıyamet gününde onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak, onları temize çıkarmayacaktır; onları acı bir azâb beklemektedir” [Âl-i İmrân sûresi (3), 77].

Bu bahtsız insanların ilki, çölde (veya kırda) bulunduğu sırada yanında ihtiyacından fazla su olup da onu diğer yolculardan esirgeyen kimsedir. Onun bahtsızlığının sebebi, Allah’ın kendisine esirgemeden verdiği bir nimeti, kendisinin insanlardan esirgemesidir. Böyle bir hal o kimsenin son derece cimri, üstelik kendinden başkasını düşünmeyen çıkarcı biri olduğunu gösterir ki, bu sıfatlar Cenâb-ı Hakk’ın hiç sevmediği kötü huylardır. Bu sebeple o kimseye kıyamet gününde, mademki sen ihtiyacından fazla suyu benim kulumdan esirgedin, ben de bugün rahmetimi senden esirgiyorum, diyecektir.

İkinci talihsiz insan, âhireti kazanacağı yerde, dünya malı kazanacağım diye insanları aldatmaktan çekinmeyen kimsedir. Bu adam ikindiden sonra, yani akşamın yaklaştığı, pazarın bitmek üzere olduğu, dolayısıyla herkesin bir an önce ihtiyacını temin etmeye çalıştığı bir saatte, bu malı şu kadar fiyata aldım veya ona şu kadar para verdiler de satmadım diye yeminler ederek malına müşteri çekmeye çalışan, gerçek hiç de öyle olmadığı halde müşteriyi kandırmaya gayret eden ve neticede saf insanları kendisine inandıran kötü bir tüccardır. O da bu davranışlarıyla Cenâb-ı Hakk’ın gazabını hak eder; Onun merhametini ve rızâsını kazanamaz.

Üçüncü kötü kişi ise, devlet idaresi gibi önemli bir konuyu menfaatine âlet eden çıkarcıdır. Bu çirkin davranış, memleketimizde daha çok seçimler söz konusu olunca gündeme gelmektedir. Bazı adayların seçmenleri bazı menfaatler karşılığında elde ettiği bilinmektedir. Milletvekili, belediye seçimleri gibi önemli hâdiseler memleketi, din ve devleti doğrudan alâkadar ettiği için, o konularda menfaatin kesinlikle düşünülmemesi, sırf Allah rızâsı için hareket edilmesi gerekir. Kişinin insanca ve müslümanca yaşaması bu seçimlerin isabetli bir şekilde yapılmasına ve işin ehliyetli kişilere teslim edilmesine bağlıdır. Böylesine önemli bir konuda şahsî çıkarını ön planda tutan kişiler, hadisimizin başında buyurulduğu gibi, kıyamet gününde Cenâb-ı Hakk’ın kendileriyle konuşmamasını, yüzlerine bakmamasını ve neticede kendilerini acıklı azâba uğratmasını hak etmiş olurlar.