31 Mayıs 2020 Pazar

Görüş farklılıkları



Aynı şeye bakan birkaç kişiden her biri bilgisi kadar görebilirler. Hazreti Mevlana Mesnevi’de bunu şöyle bir temsille açıklar:
Bir karınca kâğıt üzerinde giderken kalemin yazı yazışını görüp hayran olarak kalemi övmeye başladı. Daha keskin görüşlü olan başka bir karınca “Kalemi övme, kalemi tutan parmakları öv. Çünkü bu yazı parmakların ürünüdür” dedi. İkisinden daha keskin görüşlü olan başka bir karınca: “Ben kolu överim. Çünkü parmaklar kolun tikelidir, bir parçasıdır” dedi. Oysa kol da vücudun bir parçasıdır. Vücut olmadan kol işe yaramaz. Daha ilerisi de vücuttaki candır. Can olmasa ceset de bir işe yaramaz. Hani demişler ya:
Can çıkınca ceset döner boş kovana
Kimse satın almaz bir kilo soğana.
Son noktaya geldiğimizde canı da bir yaratan vardır. O yaratmasaydı, can da olmazdı.
Demek ki, her şeyin başı O’nda bitiyor.
Bundan dolayıdır ki, ( deprem, sel felaketi, hastalık gibi) doğa olaylarına bakanlar bilgileri kadar görüyorlar ve yorumluyorlar. Ne mutlu ibret gözü ile bakanlara!
Halit İstanbuli şöyle demişti:
Gece gündüz zikret sen onun adın
Veren odur her kimsenin muradın
Emretmezse bir sinekçik kanadın
Pervaz edip uçamazdı bir yana.  (Manzume-i irşadi)

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Şeriat, Tarikat ve Hakikat’in Hazreti Mevlana’ya göre tarifi

Mesnevi’nin beşinci cildinin başında Hazreti Mevlana şöyle der:
Şeriat muma, kandile benzer. Sana yol gösterir. Yani ışıktır. Karanlıkta ışıksız, gidemezsin. Ama ışığı ele almakla yol alınmaz. Yola girmek, yürümek lazım. Işığın aydınlattığı yola girdin mi, işte o gidişin Tarîkat’dır. Hedefe varman ise Hakîkat’dır.
Şeriat, kitaptan veya hocadan kimya bilgisi öğrenmeye benzer. Tarikat ise öğrendiği ilaçları kullanmak; Hakikat ise bu ilimi kullanarak bakırı altın yapmaktır. Kimyacılar, biz bu bilgiyi biliyoruz diye kimya bilgisiyle sevinirler. Kimya yapanlar, biz böyle işler yapıyoruz, diye kimya işlemiyle sevinirler. Hakikate ulaşanlarsa: “Biz altın olduk, kimya bilgisinden de kurtulduk, kimya işleminden de. Allah’ın azadlılarıyız biz, diye hakikatle sevinirler.
Her grup kendinde bulunan ile sevinmektedir.” (Mü’minun/53)
İkinci bir temsil: Şeriat, tıp bilgisi, Tarikat tıp bilgisine göre perhiz etmek, ilaçları içmektir. Hakikat ise ebedi sıhhate kavuşup ikisinden de kurtulmaktır. İnsan bu hayattan ölünce şeriat ve tarikat ondan ayrılır ama hakikat kalır. Eğer hakikate ermişse, Ona, «gir Cennet'e!» denildi. O da, «ah keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni, ikrama lâyık görülen kişilerden kıldığını bir bilselerdi.»(Ya siin/26-27) diye çığlık atar. Yok hakikate ermemişse, “"Keşke kitabım bana verilmeseydi. Hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim. "Keşke ölüm her şeyi bitirseydi." Malım bana hiçbir yarar sağlamadı. "Saltanatım da yok olup gitti."(el-Haakka/25-29) diye çığlık atar.
Şeriat bilmektir, tarikat amel etmektir, hakikat ise Allah’a ulaşmaktır.
“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse sâlih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."(Kehf/110) (Mesnevi 5. Defter’in ilk sayfası)

29 Mayıs 2020 Cuma

Hükümdar, Şehzâde Ve Büyücü (Mesnevî’den)



Bir hükümdarın içi dışı hünerlerle bezenmiş genç bir oğlu vardı. Onu her yönüyle mükemmel yetiştirmeye çalışmıştı.
Bir gece rüyasında oğlunun öldüğünü gördü. Büyük bir acı içinde kıvranmaya başlamıştı ki, uyandı. Gördüğünün gerçek olmadığım anladığında, “Çok şükür rüyaymış. Rüyada gülmek, ağlamak ve hüzündür, rüyada ağlama ise sevinç ve mutluluktur, diye tabir olunur.” dedi ve çok sevindi.  Sonra da şöyle düşündü:
Rüyada çektiğim acılar, uyanınca nasıl sevince dönüş­müşse rüya gibi olan bu hayat uykusundan âhiret saba­hında uyanınca; hayatın acı ve sıkıntıları sevinçlere dönü­şecek. En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerden sonra elde edilir. Allah bir sebep ihsan edip hem beni sevindirdi, hem de bir büyük gerçeği anlamamı sağladı.
Hükümdar, oğlu büyüyünce, “Soyumun devamı için oğlumu evlendirmem, bunun için de ona lâyık bir kız bul­mam lâzım” diye düşündü. “Kötü bir padişahın kızını almaktansa, fakir de olsa iyi bir ailenin kızım almayı tercih ederim” diyerek fikrini şehzadenin annesine açıkladı.
O,
“Oğlumuzu bir yoksulla mı evlendireceksin?” diye itiraz edince, Hükümdar:
“Kişilerin temiz ve gönül zenginliğine sahip olmaları, para zenginliğinden çok daha iyidir. Zira paranın bu dün­yada bile mutlu edeceği şüpheli iken, gönül zenginliği iki dünyada da mutlu eder” karşılığını verdi.
Uzun münakaşalar sonunda nihayet hükümdar, dü­şüncesini kabul ettirip, oğluna yaratılışı ve ahlâkı güzel bir kızı nişanladı. Güzellikte eşi olmayan bu kızın içi de dışı da tertemizdi. Ve her yönüyle şehzadeye lâyıktı.
Gel gör ki, doksan yaşında ihtiyar bir büyücü kadın da o güzelim şehzadeye âşık olmuştu. O büyücü kocakarı, şehzadenin nişanlandı­ğını duyunca öyle bir büyü yaptı ki, şehzadenin yüzünü o dünya güzeli kızdan çevirtti ve kendine döndürdü. Şehza­de, uzun zaman o kokmuş karının esiri gibi yaşadı ve ni­şanlısını unuttu. Bu hal üzere bir sene geçti.
Hükümdar ne yapacağını şaşırdı. Sadakalar dağıtıyor, kurbanlar kesiyor, ne çare varsa başvuruyor ama oğlunu kocakarıdan vazgeçiremiyordu.
Nihayet bu işten haberdar olan Allah dostu bir hoca şehzadeyi okuyup dua ederek sihri bozdu. Ve onunla ko­nuşarak aklını başına getirdi. Hatasını anlayan şehzade koşarak babasına geldi ve “Olmayacak bir yanlışlık yap­tım; seni çok üzdüm, özür diliyorum, beni affet!” dedi.
Padişah oğlunun bu dönüşüne çok sevindi. Şenlikli bir düğün yaptı. Öyle bir düğün olmuştu ki, şehrin köpekleri bile ziyafetten mest olmuştu. Büyücü kocakarı da üzüntü­sünden öldü.
Şehzade gelinin yanına gidip onun ay gibi parlayan yü­zünü görünce neredeyse bayılacaktı. İkisi de çok mutlu ol­dular.
Bir yıl sonra babası söz arasında: “Oğlum o büyücü kocakarıyı hatırlıyor musun?” diye sorunca şehzade: “Bırak baba” dedi. ‘Hatırlatma bana onu. Ben hakiki yerimi, gerçek sevgiyi buldum. Ve şükür ki ona aldanmak­tan kurtuldum.”
İman sahipleri de Hak yolunu bulunca böyle mutlu olurlar.
Bu hikayede anlatılmak istenen şey:
Şehzade: Allah’ın halifesi konumundaki insanoğlu, sen ben ve diğerleri.
 Padişah ise, insanların babası Hazreti Adem as.
Büyüsüyle insanoğlunu babasından koparan ise, Dünya ve dünyalık.
Büyüyü bozan tabip de peygamberler ve velilerdir.
Dünya caziptir, büyüleyicidir. Onun büyüsünden kurtulmak ise ancak ve ancak Hazreti Peygamber (s.)in getirdiği reçetedir. Yani İslam dinidir. İslam’ı tam olarak yaşamaktır.

28 Mayıs 2020 Perşembe

Hazreti Fatıma’yı kim yıkadı?


Hazreti Fatıma, Bi‘setten yaklaşık bir yıl önce (M. 609), İbn Sa‘d ile (e-abaāt, VIII, 19) Mekke’de doğdu. Hazreti Peygamber (s.)in 4 kızının en küçüğüdür. Bisetin 10. Yılı Annesi Hazreti Hatice vefat etti, o da 11 yaşlarında anadan yetim kaldı.
13 yaşlarında Hz. Ali'yle birlikte Medine'ye hicret etti ve hicretin 2. yılı 15-16 yaşlarında iken Hazreti Ali il evlendi. Hicretin 11. yılı 24 yaşında iken Medine'de vefat etti.
Çocukları: Hasan, Hüseyin, Zeynep, Ümmü Gülsüm, Muhsin. Muhsin küçük yaşta vefat etmiştir. Kevser, suresinin müjdesidir. Hazreti Peygamber (s.)in nesli ondan devam etmiştir.
Bazı kaynaklarda Hz. Âişe’den beş yaş kadar büyük olduğu rivayet edilmektedir.
Hazreti Fatıma’nın cenazesinin yıkanması konusunda aşağıdaki rivayetler vardır:
a-Fatıma validemizin, vefat etmeden önce yıkandığı ve bedenini kimsenin görmemesi için yıkanmamasını vasiyet ettiği şeklindeki rivayet, İbni Sa’d’ın Tabakat’ında geçmektedir. Zehebi’nin belirttiğine göre bu rivayet münkerdir. Yani itibar edilmeyecek bir bilgidir. Doğru olan, eşi Ali radıyallahuanhın onu yıkadığıdır.
b-Ayrıca Fâtıma radıyallâhu anhâ vefât ettiğinde kocası Ali b.  Ebî Tâlib’in onu yıkadığı ve sahabeden herhangi bir itirazın olmadığı da rivayetler edilmiştir. (Hâkim, el-Müstedrek, c: 3, s: 179, hadis no: 4769)
Peygamberimiz bir defasında Âişe validemize şöyle demiştir:
عن عائشةَ رَضِيَ اللهُ عنها، قالت : رجع إليَّ رسولُ اللهِ - صلَّى اللهُ عليهِ وسلَّم : لو مِتِّ قَبْلِي، فغَسَّلْتُكِ وكَفَّنْتُكِ، وصَلَّيْتُ عليكِ ودَفَنْتُكِ ؟
“…Sen benden önce ölürsen seni yıkar, sonra da kefenlerim, üzerine namaz kılarım ve defnederim.…” (İbn Mâce, Cenâiz/ 9 Ahmed b. Hanbel, 6/228)
c-Hz. Fâtıma, Resûlullah’ın ölümünden beş buçuk ay sonra 3 Ramazan 11 (22 Kasım 632) tarihinde vefat etti. Hazreti Hüseyin’in torunu Muhammed el-Bâkır’ın belirttiğine göre Fâtıma’yı Hz. Ali yıkadı. (Zehebî, A’lâmü’n-nübelâ, 2/ 128). Ölümünden sonra vücudunu kimsenin görmemesi için vasiyeti üzerine onu Hz. Ali ile Hz. Ebû Bekir’in hanımı Esmâ bint Umeys’in yıkadığı da zikredilmektedir (a.g.e., II, 129).
Hz. Fâtıma, kadın cenazelerinin erkeklerinki gibi üzerine örtülen bir kefenle sarılmış olarak herkesin gözü önünde bulunmasından rahatsız olduğunu Esmâ bint Umeys’e söylediğinde Esmâ ona Habeşistan’da cenazelerin tabut içinde taşındığını anlatmış, bunun üzerine Fâtıma kendi cenazesinin de böyle taşınmasını vasiyet etmişti. Nitekim onun cenazesi Esmâ bint Umeys’in tarifi üzerine yapılan tabutla taşındı. Cenaze namazını Hz. Abbas veya Hz. Ali kıldırdı. Vasiyeti üzerine geceleyin Hz. Ali, Hz. Abbas ile oğlu Fazl tarafından Cennetü’l-bakī‘a defnedildi.” TDV Diyanet Ansiklopedisi Hz. Fatıma (r.anha)
Mezhep imamlarından İmâm Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’e göre koca, ölmüş karısını yıkayabilir.
Hanefilere göre ise kadın öldüğü zaman nikâh düşer ve zevciyet kalkar. Bu yüzden koca, ölen karısının cenazesini yıkayamaz. Fakat ölüm iddeti beklediğinden henüz eşlik ilişkisi bitmediği için kadın, ölmüş kocasını yıkayabilir.
Hanefiler, Hz. Ali’nin Fatıma’yı yıkamasını onlara özel bir durum olarak nitelemiş, Peygamberimizin Aişe validemizi yıkayacağını söylemesini de bir başkasına yıkattıracağı şeklinde yorumlamışlardır. (Bkz.: Serahsî, el-Mebsût, c: 2, s. 71 vd.).

27 Mayıs 2020 Çarşamba

AMR BİN CEMUH (R.A.) KİMDİR?

Amr Bin Cemûh (r.a.) şehitlik özlemiyle Uhud’a katılan bir kahraman… Topal bacağıyla şehit olup Cennete girmeye karar vermiş bir ihtiyar… Cahiliyye devrinde Yesrib’in (Medine’nin) ileri gelenlerinden Hazrec kabilesinin Seleme kolunun reisi… Cömertliği ile meşhur… Ayrıca putlara aşırı bağlılığıyla tanınıyordu… Onun İslâm’a girişi bir senaryo gibi şöyle cereyan etmiştir. Cahiliyye’de soylu kişilerin evlerinde put bulundurma âdeti vardı. Amr Bin Cemûh’un (r.a.) da ağaçtan yapılmış “Menât” adında bir putu vardı. Ona özel bir yer ayırmıştı. Sabah – akşam o puttan uğur diler ve felâket anlarında ondan medet beklerdi. Ona öylesine itina ile bakardı ki, güzel kokular sürer ve onu her gün temizlerdi. Onun temizliği, bakımı Amr’ın hayatının bir parçası olmuştu. Günlerini bu şekilde geçirirken Mekke’de yeni dinin geldiğini, İslâm’ın bir güneş gibi gönülleri aydınlattığını ve süratle yayıldığını duydu. Yesrib’ten (Medine’den) giderek bu dine girenlerin bile olduğunu haber aldı. Birinci ve ikinci Akabede Müslüman olanlar Medine’de çoğalmıştı. Amr bin Cemuh, O, genç muallim Mus’ab Bin Umeyr’in (r.a.) memleketlerine geldiğini öğrenince hanımı Hind’e “Çocukları sakın bu adamla (Mus’ab’la) görüştürme ” diye tenbihde bulundu. Hanımı da: ” Olur ama bu adamın anlattığı şeyleri oğlun Muaz’dan duymak istemez misin? dedi. O da ‘Muaz da mı dininden çıktı… ” diyerek şaşkın bir vaziyette Muaz’ı çağırttı ve “Bu adamın söylediklerinden biraz anlat” dedi. Hemen öğrendiği Fatiha süresini okumaya başladı. “- Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Hamd, âlemlerin Rabbı, merhametli olan, merhamet eden ve din gününün sahibi Allah’a mahsustur. (Rabbimiz’) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir.” Babası: “Bu söz ne güzel! Bütün sözleri böyle mi?” dedi Muaz “Hepsi de birbirinden güzel babacığım! Sen de ona biat eder misin?” dedi. İhtiyar baba Amr biraz sükût etti. Birden cevap veremedi. Gönlüne bir ışık düşmüştü. Bir sıcaklık duymuştu ama “evet” diyemedi. Menât putuna bir danışayım dedi Bu arada hanımı Hind, diğer oğulları Muavvez ve Hallad genç muallim Mus’ab vasıtasıyla gönüllerini İslâm’la aydınlatmışlardı. Şimdi sıra babalarındaydı. Oğulları babalarının İslâm’a girmesi için neler yapmalıydı? Devamlı düşünüyor ve istişarelerde bulunuyorlardı. Babalarının hayatından o putu nasıl çıkaracaklardı? Bir gün arkadaşları Muaz Bin Cebel (r.a.) yanlarına geldi. Bu konu üzerinde onunla da istişare yaptılar. Neticede şu karara vardılar? Menât isimli putun hiç bir kimseye fayda ve zarar veremeyeceğini hatta kendisine gelecek zararı bile önleyemeyeceğini babalarına isbat edeceklerdi. Bunun için gece yarısı herkes uyurken putu alıp bir çukura attılar. Sabah olunca puthaneye giden Amr Bin Cemûh, Menâtı yerinde göremedi. Bağıra çağıra etrafı kolaçan etmeye başladı. Her tarafı aradı taradı. Putunu hiç ümit etmediği bir çukurda buldu. Şaşkın şaşkın onu aldı, temizledi ve güzel kokular sürerek tekrar yerine koydu. Ertesi sabah yine öyle bir çukurda buldu. Bu sefer, kendini koru diye putun boynuna bir de kılıç astı. Üçüncü gece de aynı şekilde putu pislikler içinde bulunca kendi kendine “Ey Menât Vallahi sen eğer tanrı olsaydın bu çukurda olmazdın. Kötülüğü kendinden uzaklaştırırdın” diyerek putunu kendi eliyle kırdı. Çok geçmedi İslâm’la şereflendi.

Amr b. Cemuh'un Uhud Seferine Katılışı

Amr b. Cemuh, topal ve aksaktı. Kendisinin yetişmiş, aslan gibi dört oğlu olup, Peygamberimiz Aleyhisselamla birlikte savaşlara katılırlardı. Peygamberimiz Aleyhisselam Uhud'a çıkacağı sırada Amr b. Cemuh da sefere katılmak istemiş, oğullarına: "Beni de sefere çıkarın!" demişti. Oğulları ise: "Sen cihadla mükellef değilsin! Yüce Allah seni mazeretli saydı. Oğulların Peygamber Aleyhisselamla birlikte gidiyorlar işte!" dediler. Amr b. Cemuh, oğullarına: "Siz benim Bedir savaşına çıkmama engel oldunuz! Uhud'a çıkmama da engel olmayınız! Siz, Bedir günü benim Cennete girmeme engel oldunuz! Vallahi, ben (bugün) sağ kalsam dahi, muhakkak, (bir gün şehit olup) Cennete gireceğim!" dedi. Sonra, hanımına da: "Bak hele! Cennete gidilirken, ben sizin yanınızda oturup duracağım ha!?" diyerek, hemen kalka­nını aldı ve: Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına geldi: "Oğullarım beni Medine'de bırakmak istiyorlar, seninle birlikte savaşa çıkmaktan men ediyorlar! Vallahi, ben şu topallığımla Cennete ayak basmayı arzuluyorum!" dedi. Peygamberimiz Aleyhisselam: "İyi ama Yüce Allah seni mazur görmüştür. Sana cihad farz değildir" buyurdu. Amr b. Cemuh: "Yâ Rasûlallah! Sen benim Allah yolunda ölünceye kadar savaşarak şehit olup Cennette şu topal ayağım düzelmiş olarak yürümemi uygun görmez misin?" dedi. Peygamberimiz Aleyhisselam: "Evet, uygun görürüm!" buyurdu. Ve Amr b. Cemuh'un oğullarına da: "Sizin ona engel olmanız gerekmez. Umulur ki, Allah onu şehitlikle nasiplendirir!" buyurdu. Amr b.
Cemuh'un Duası
Amr b. Cemuh, kıbleye döndü ve: "Allah'ım! Bana şehitlik nasip et! Mahrum veya me'yus olarak ev halkımın yanına döndürme!" diyerek dua etti. Ve Ordu harekete geçmeden önce ailesine bir daha dönmemek üzere vedâ etti. Ordu ile birlikte üç oğlu ve Seleme oğullarından kalabalık bir toplulukla yola koyuldu. O, Uhud’da büyük kahramanlıklar gösterdi. Bir ara Resûlulah Efendimizin yanında ashab-ı kiram azalmıştı. O ise oğullarıyla birlikte müşriklere saldırıyor, sağlam ayağının üzerinde zıplaya zıplaya sağa sola kılıç sallıyordu. Bir taraftan da: Ben Cenneti istiyorum!.. “Ben Cenneti istiyorum!.. ” diye haykırıyordu. Şehâdet ve Cennet… Ne yüce hasret!… Ne güzel istek!.. Bu özlemle yaşamak ne seâdet!.. Allah’ım bizleri de şehâdet mertebesine ermeyi nasib et! Amîn. Baba ve oğul Hallad Resûlullah’ı müşriklerin saldırılarına ve ok yağmurlarına karşı bedenlerini siper ederek korudular. Sonunda ikisi de özlemini çektikleri mertebelere erdiler. Sevgili Peygamberimiz onların şehit olduğunu görünce: “Amr, oğlu ile beraber işte şimdi Cennete ayak bastılar.” buyurdu. Cenab ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Amin.

26 Mayıs 2020 Salı

Hazreti Musa’nın Yüce hakka yalvarıp “halkı yaratıp da helak edişinin hikmeti nedir” diye sorması



Hazreti Musa (as) sordu: Ey hesap gününün Rabbi! Nakşettin de sonra neden bozdun nakşettiğini? Erkek ve dişi varlıkları var edip de sonra bunları neden yok ediyorsun?
Hak Teâlâ’dan cevap geldi: Bu soruyu gaflet ve heva yüzünden sormadığını biliyorum. Değilse bu soru yüzünden seni azarlar ve terbiye ederdim. Sen bu sorunla, fiillerimizdeki hikmeti ve sırrı öğrenmek istiyorsun. Böylece insanları bundan haberdar etmek ve hamları olgunlaştırmak istiyorsun. Sen toprağa bir tohum ekerek bu konuyu kendin değerlendir.
Hazreti Musa ekin ekti ve ekinler yetişip başakları olgunlaşınca orağı alıp ekinleri biçmeye başladı. Kulağına gaybdan bir ses geldi:
-          Niçin ekini ekip de olgunlaşınca onu biçiyorsun, sonra da dövüyorsun? Hazreti Musa:
-  Rabbim! Ekini biçip seriyorum. Çünkü içinde tane ve saman var. Taneleri samandan ayırmak için dövüyorum, savuruyorum ve buğdayları alıyorum. Allah sordu:
-  Bunu böyle harman yapma bilgisini kimden öğrendin?
-  Ya Rabbi, sen öğrettin.
-  Sen iyiyi kötüden ayırıyorsun da ben niye ayırmayayım! Yaratılmışlarda temiz ruhlar da var, çamurlu bulanık ruhlar da. Tıpkı buğdayı samandan ayırır gibi iyi ile kötüyü ayırıp göstermek gerek.  İyileri en büyük nimetlerimle cennetlerde taltif etmem için dünyada herkesi öldürüyorum. Sonra herkese amelinin karşılığını tastamam vereceğim. Şimdi anladın mı?
-  Evet, Ya Rabbi anladım.
Demek ki ölüm yok olmak değilmiş, herkese yaptığının karşılığının verilme yerine gitmesi içinmiş!

25 Mayıs 2020 Pazartesi

AKABE BİATLARI



Akabe biatlarının yapıldığı yer Mekke’de Mescid-i Harâm’a yaklaşık 3 km. uzaklıkta ve Mina hudutları içindedir. Hac sırasında büyük şeytanın taşlandığı yere yakın etrafı tepelerle çevrili küçük, kuytu bir vadidir. Bugün burada, Medineli müslümanların Hz. Peygamber’e biat ettiğini hatırlatmak maksadıyla inşa edilmiş bir mescid bulunmaktadır.
Hz. Peygamber, Câhiliye devri âdetlerine göre hac vazifesini yerine getirmek ve çevrede kurulan panayırlara katılmak için değişik bölgelerden Mekke’ye gelen Araplar arasında İslâm’ı yaymak maksadıyla çeşitli faaliyetlerde bulunmaktaydı. Nübüvvetin on birinci yılına (620) rastlayan hac mevsiminde Yesrib (Medine) halkından bir grupla Akabe’de karşılaştı ve onlara İslâm’ı tebliğ etti. Hazrec kabilesine mensup olan altı kişilik bu grup İslâmiyet’i kabul edince, Hz. Peygamber onlardan kendisini Yesrib’e götürüp himaye etmelerini ve böylece İslâm dinini yaymasına yardımcı olmalarını istedi. Onlar da Evs kabilesiyle aralarında yıllardır süregelen savaşların yol açtığı düşmanlığın ortadan kalkacağını, bu yeni din vasıtasıyla iki kabile arasında birlik ve beraberliğin yeniden doğacağını ümit ettiklerini ifade ettiler. Medine’ye döndüklerinde Hazrec ve Evs kabilelerine İslâm’ı anlatacaklarını söyleyerek ertesi yıl Hz. Peygamber’le buluşmaya söz verdiler.
Bu küçük Müslüman grubun Medine’de gösterdiği faaliyet sayesinde birçok kişi İslâmiyet’i kabul etti. Bunlardan on Hazrecli ve iki Evsli verilen söz üzerine ertesi yıl Mekke’ye gelip Akabe’de Hz. Peygamber’le buluştular. “Hiçbir şeyi Allah’a eş koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira etmeyeceklerine, emirlerine uyacaklarına” dair Hz. Peygamber’e söz verdiler ve ona biat ettiler. Nübüvvetin on ikinci senesi (621) Zilhicce ayında Akabe’de yapılan bu biata Birinci Akabe Biatı denir. Hz. Peygamber Medine halkına İslâm’ı ve Kur’an’ı öğretmesi, orayı İslâm’ın merkezi olmaya elverişli hale getirmesi için Mus‘ab b. Umeyr’i Medine’ye gönderdi. Bir yıl boyunca Mus‘ab’ın gösterdiği faaliyet, Medine’nin iki büyük reisi Sa‘d b. Muâz ile Üseyd b. Hudayr’ın Müslüman olmaları ve çevrede İslâmiyet’in büyük kabul görmesi gibi birçok faydalar sağladı.
Nübüvvetin on üçüncü senesi (622) hac mevsiminde Hz. Peygamber’i Medine’ye davet etmeye karar veren, ikisi kadın yetmiş beş Medineli, asıl niyetlerini gizli tutarak hac için Mekke’ye giden müşrik Medinelilerle birlikte yola çıktılar. Mekke’ye varınca Hz. Peygamber’le gizlice haberleşerek hac vazifesinin ifasından sonra bir gece Akabe’de buluşmayı kararlaştırdılar. O gece Akabe’ye herkesten önce gelen Hz. Peygamber’in yanında sadece amcası Abbas b. Abdülmuttalib vardı. Abbas bir konuşma yaparak Hz. Muhammed’in kendi kabilesi arasında şerefli bir yeri bulunduğunu, ona inananların bağlılıklarından dolayı, inanmayanların da aynı soydan oldukları için onu korumayı bir vazife bildiklerini, buna rağmen Hz. Muhammed’in Medinelilerin davetini kabul ederek oraya hicret etme arzusunda olduğunu söyledi. Hz. Muhammed’i memleketlerine götürdükleri zaman başlarına çeşitli sıkıntılar gelebileceğine, bütün Arap kabilelerinin kendilerine düşman olacağına dikkatlerini çekti. Böyle bir durumda onu düşmanlarına teslim edeceklerse bu işten şimdi vazgeçmelerinin daha iyi olacağını ifade etti. Medineliler söylenenleri kabul ettiler ve Hz. Peygamber’e istediği şartlarda biata hazır olduklarını belirttiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir konuşma yaptı, Kur’an okudu, onları İslâm’a daha kuvvetle bağlanmaya teşvik etti. Hicret ettiği takdirde kendisini canlarını, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da gerekli malî yardımları yapacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, hiç kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına ant içip biat etmeye davet etti. Orada bulunan Medinelilerin hepsi bu şartlarla ona biat ettiler. Bundan sonra Hz. Peygamber’in emri üzerine, Peygamber’le aralarındaki irtibatı sağlayacak on iki temsilci (nakib)1 seçtiler. Bu anlaşmaya da İkinci Akabe Biatı denildi. Bu anlaşmadan sonra Hz. Peygamber ashabına Medine’ye hicret etmeleri için izin verdi. Aynı yıl içinde kendisi de Hz. Ebû Bekir’le hicret etti. Böylece İslâm tarihinde yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış oldu. (TDV İslam Ansiklopedisi)