Soyu, Hazreti Peygamber (s.)in
üçüncü dedesi Abdimenaf’da Peygamber (s.)in soyuyla birleşir.
Yer Mekke. Hazreti Peygamber
(s.)in İslam dinini cehren tebliğe başladığı ve inananların sayılarının günden
güne arttığı bir dönemde, Mekke’nin ileri gelenleri “Dârunnedve” denilen fesat
yuvasında toplanmışlar, parlayan İslam güneşini söndürmek, Hazreti Peygamber Sallallâhü
aleyhi ve sellem’i davasından vazgeçirmek için çareler aramaktaydılar.
Çünkü gençleri, köleleri,
kızları, kadınları bir bir ellerinden kayıp gidiyordu. Hele şu son hadise Hamza’nın
Müslüman olması onlara büyük bir darbe indirmişti.
Huzursuz kıpırdanışlar yerini, yılandan keskin zehirli cümlelere bırakmaya
başladı.
“Muhammed’in işi yaygınlaştı, işlerimizi karıştırdı! Sihirde, kehanette, şiirde
en bilgininiz kim ise araştırın da topluluğumuzu dağıtan, dinimizi ayıplayan şu
adamın yanına varıp kendisiyle bir konuşsun.”
Herkes birbirine bakındı.
Utbe… Evet, evet Utbe…Utbe b. Rabîa… En uygun kimse… O, hem Muhammed’in
akrabası, hem de ne diyeceğini ve nasıl söyleyeceğini bilir. Utbe şöyle bir
toparlandı.
“Vallahi, ben şiir, kehanet ve sihrin her çeşidini bilirim. Ben kalkıp
Muhammed’in yanına varayım. Onunla konuşup kendisine bazı şeyler teklif edeyim.
Hangisini kabul ederse, istediğini kendisine veririz. Bu sayede olur ki bizimle
uğraşmaktan vazgeçer.”dedi.
Toplantıdakiler görevi üzerlerinden atmış olmanın memnuniyetini
yaşıyorlardı.
Utbe kalktı ve tekliflerini sıralamak üzere Allah Elçisi’nin yanına vardı.
Arap belagatinin en güzel cümlelerini sıralamak, O’nu yolundan vazgeçirecek en
cazip teklifleri sunmak, halkın bölünmüşlüğünü hatırlatarak yüreğini burkmak ve
akrabalarını hatırlatarak can damarından vurmak üzere konuşmaya başladı.
İlk hitabı özenle seçmişti. Akrabalık bağından yararlanarak ona yakın
olduğunu hatırlatacak amma velâkin aynı akrabalık bağlarıyla onu zehirli oklarla
peşpeşe vuracaktı. Gerçek niyeti diyemediklerinde gizliydi.
“Ey Kardeşimin oğlu! Sen de biliyorsun ki; kabile içinde aramızda şeref ve
soyca üstün birisin. (Böylesin, böyleydin ama bu konumu artık hak
etmiyorsun.)
Fakat kavminin başına büyük bir iş getirdin (Başımıza bela oldun).
Onların topluluklarını dağıttın (Mekke’nin birliğini bozdun).
Akıllarını akılsızlık saydın (Kendini üst mevkiye çıkardın).
Onların dinlerini ve ilahlarını ayıpladın (Tanrılarına hakaret ettin).
Onunla babalarından gelmiş geçmiş olanları tekfir ettin (onlar kafirdir,
dedin).
Ey Muhammed! Sen mi daha hayırlısın yoksa büyük deden Haşim mi?
Sen mi daha hayırlısın yoksa deden Abdulmuttalib mi?
Sen mi daha hayırlısın yoksa baban Abdullah mı?
Eğer bu kişilerin daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, bunlar senin
ayıpladığın ilahlara tapıyorlardı.”
Utbe tam on ikiden vurduğunu düşünüyordu. Öyle bir kıskaca almıştı ki Allah
Rasûlü’nün vereceği her cevap aleyhine olacaktı. Ona ağır bir darbe indirmiş
olmanın keyfiyle konuşmaya devam etti. Bırakmamalı, konuşmasına fırsat
vermemeli, galip geldiği iyice belli oluncaya kadar konuşmasını sürdürmeliydi.
Sorular Muhammed’in hazır belini bükmüşken suçlamalarla devam etmeli,
dizlerinin bağını çözüp yıkılmasını izlemeliydi.
“Biz hiçbir zaman kavmine senden daha uğursuz gelen bir kimse görmedik. Topluluğumuzu dağıttın.
İşimizi karıştırdın. Araplar içinde bizi rezil
ettin. Kureyşliler içinde bir sihirbaz, bir kâhin türemiş, dedirttin. (Kâhinlere
karşı çıkıyorsun ama sen o konuma düştün.)
Vallahi biz kılıçlarımızla birbirimizi yok etmeye kalkışacağımız andan
başkasını beklemiyoruz. (Savaşmamız gerekirse onu da yaparız. )
Gel sen beni dinle (sadede gelelim):
Sana bazı şeyler teklif edeceğim!
Onların üzerinde dur, düşün! Belki bazılarını kabul etmek işine gelir.
Allah Elçisi sabır taşını kıskandıracak bir şekilde “Söyle Ebû’l-Velîd!
Dinliyorum.” dedi.
Utbe bütün iyi niyet maskesini takınarak çirkin tekliflerini bir bir
sıraladı. Kendi helakini hazırladığının farkında bile değildi.
“Ey Kardeşimin oğlu! Eğer mal elde etmek istiyorsan, en zenginimiz oluncaya
kadar senin için mal toplayalım.
Eğer, şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni üzerimize efendi yapalım ve
sensiz hiçbir işe karar vermeyelim.
Eğer kral olmak istiyorsan, seni kendimize kral yapalım.
Eğer bu sana gelen şey sana görünüp de kendinden uzaklaştırmaya güç
yetiremediğin bir cin işi ise seni tedavi ettirelim.”
Utbe; mal, mülk, şeref, şan, şöhret, liderlik ve iktidar gibi kendince iyi
bildiği tüm dünyevi hırsları bir çırpıda sıralayıvermiş ve onu artık ikna
ettiğini düşünmeye başlamıştı. Muhammed’in vereceği bir cevap kalmamıştı. Öyle
düşünüyordu. Sözün bittiği yerdi. Bütün niyetler açığa çıkmış Muhammed bir şey
diyememişti. Öyle olmasını arzu ediyordu.
Kendi içlerinden çıkmış, ümmetine çok şefkatli Allah Rasûlü: “Ey Ebû’l-Velîd
Söyleyeceklerini bitirdin mi, diye sordu.
Utbe evet, deyince, Efendimiz sen de şimdi beni dinle, dedi.
Öyle yapayım, diye cevap veren Utbe savunmalara karşı kendini hazırladı.
Gerçi verilecek hiçbir cevap onu tatmin ve ikna edemezdi ya neyse.
Habîb-i Kibriyâ, Utbe’nin hiç beklemediği bir şekilde konuşmaya başladı.
Önce besmele çekti ve “Hâ- Mîm, dedi. (Kur’ân) Rahman ve Rahim Allah’tan
indirilmiştir. Bilen bir kavim için ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir
Kitab’dır.
Olamaz. Olmamalıydı böyle. Muhammed konuşmaya başlamıştı. Ama Kur’ân’la
konuşuyordu. Kendi cümleleri değildi bunlar.
Bu Kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi, artık
dinlemezler.
Utbe miydi burada tarif edilen?
Ve dediler ki bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır.
Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır.
Yok yok, burda kastedilen, Amr b. Hişâm’dır namı diğer Ebû Cehil, Ümeyye b.
Halef, Âs b. Vâil de olabilir.
De ki: Ben de ancak bir insanım. Bana ilahınızın bir tek ilah olduğu
vahyolunuyor. Artık ona yönelin, ondan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay
haline!
Utbe b. Rabîa’nın benzi sararmaya başlamıştı.
Onlar zekâtı vermezler, ahireti inkâr edenler de onlardır.
Hem kendilerini tarif ediyor, hem uzaklara sesleniyor gibiydi
Şüphesiz iman edip iyi işler yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır.
De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı
koşuyorsunuz. O, âlemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi.
Orada bereketler yarattı ve…”
Elbette gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını herkes bilir.
Bundan başka duman halindeki göğe yöneldi, hem ona hem de yeryüzüne
isteseniz de istemeseniz de gelin buyurdu. İkisi de isteyerek geldik, dediler.
İstemeyenler bir tek Mekke’nin uluları mıydı?
Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti.
Biz yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu aziz,
alîm olan Allah’ın takdiridir…
Utbe b. Rabîa ne olduğunu neye uğradığını şaşırmıştı. Muhammed’i alt edeceğim
derken oturmuş onunla beraber Kur’ân okuyor, dinliyor ve düşünüyordu.
Dinledikleri beşer sözü olamazdı. Bunu hissettiğinde iliklerine kadar ürperdi.
Peki sonra? Sonraki ayet Utbe’yi derinden sarsacak ve Utbe dayanamayarak
Muhammed’in ağzını kapatacaktı.
Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: İşte sizi Âd ve Semûd’un başına gelen
gibi bir kasırgayla uyarıyorum.”(Fussilet Suresi41/1-13 )
İşte sözün bittiği yer asıl burasıydı. Utbe iyi biliyordu ki Muhammed asla
yalan söylemezdi. Ve onun sözü yalanlanmazdı. Hele ki peygamberler boş
konuşmazlardı. Üstelik Âd ve Semûd kavminin helak hikâyeleri biliniyordu.
Bilginler onların nasıl korkunç bir şekilde yurtlarında dizüstü çöküp
kaldıklarını, korkunç bir ses ve şiddetli sarsıntıyla nasıl bakakaldıklarını
anlatır dururdu. Böyle benzetmeler inanmasalar da Mekke için felaket demekti.
Allah Elçisi, Kur’ân-ı Kerim okumasını bitirdiğinde, Ey Ebû’l-Velîd! Hiç
işitmediğini dinlemiş bulunuyorsun. Artık işte sen, işte o, buyurdu.
Utbe, Efendimizin yanından kalktı ve dinlediği ayetlerin tesiri ile tir tir
titreyerek arkadaşlarının yanına geri döndü. Beti benzi atmış, aklı karışmış ve
ürpermiş bir halde arkadaşlarına anlatmaya başladı:
“Ben şimdiye kadar benzerini işitmediğim bir sözü dinlemiş bulunuyorum.
Vallahi, o ne şiirdir ne kehanettir. Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! Siz bu işi bana
bırakın. Şu adamı üzerinde durduğu şeyle baş başa bırakın. Aradan çekilin.
Ondan uzak durun. Vallahi, kendisinden dinlemiş olduğum söz büyük bir haber
olacaktır. Biraz sonra kabileler ordu toplayıp onun üzerine gelecekler. Siz,
tarafsız olarak durun. Eğer onu Araplar öldürürlerse
sizden başkasıyla O’nun hakkından gelmiş olursunuz. Eğer o Araplara hâkim
olursa O’nun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, O’nun kudret ve şerefi sizin
kudret ve şerefinizdir. İçimizden peygamber çıktı, diye övünürsünüz.”
Kureyşliler hakikati sezen herkesi karaladıkları gibi onu da karaladılar ve
aynı nakaratı tekrarladılar: Vallahi, ey Ebû’l-Velîd, O seni de diliyle
büyülemiş, dediler.
Şeytana iş bırakmayan müşrik liderler tespit yapmakta geç kalmamışlardı.
Etkilenen hiçbir lider yalnız bırakılmamalı ve vicdan muhasebesi yapmasına
müsaade edilmemeliydi. Ebû Cehil, Muhammed’e düşmanlık yapmamayı tavsiye eden
Utbe b. Rabîa’yı bir daha hiç yalnız bırakmadı. Her fırsatta onu kandırılmış ve
korkak olmakla itham ederek Rasûlullah’la olan düşmanlığı körükledi. İleriki
yıllarda Bedir savaşına çıkmak bile istemeyen Utbe, Ebû Cehil’in acımasız
ithamlarına dayanamadı hatta kendini ispatlama uğruna mübarezeye katılan üç
kişiden biri oldu. Müslüman olan oğluna rağmen kendini, müşrik oğlunu ve
akrabalarını bir hiç uğruna heba etti. Sonunda korktuğu kasırga Mekkelilerin
üzerine Bedir’de çökmüş oldu. Müşrik liderler bir avuç müminle, onlara yardıma
gelen meleklerin eliyle darmadağın oldular ve diğer cehennem dostlarıyla
birlikte helak olup gittiler. Bedir’de Ubeyde
Utbe ile, Hamza Şeybe ile, Ali de Velîd ile çarpıştı. Hamza ve Ali rakiplerini
öldürdüler; Ubeyde ile Utbe ise birbirlerini yaraladılar. Hamza ve Ali
Ubeyde’ye yardıma giderek Utbe’yi öldürdüler. Yetmiş yaşında iken katledilen
Utbe’nin cesedi Bedir’de öldürülen diğer müşriklerle birlikte kör bir kuyuya
atıldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder